ZİFT KOKUSU: Zift deyince aklıma elbette önce asfalt ve kokular ve hemen akabinde otobanlar, kamyonlar, tırlar ve ardından 2016 yılında, New York School of Visual Arts’ta, birçok kez ders, seminer aldığımız ve atölyemizi ziyaret edip bizleri kritik eden Jerry Saltz geldi. Sanatı bıraktıktan sonra uzunca bir zaman ziftli yollarda uzun yol tır şoförlüğü yapan, 1951 Chicago doğumlu, Pulitzer ödüllü Amerikalı eleştirmen Jerry Saltz, ülkemizde o bilindik eleştirmenler, kuramcılar, filozoflar, kültür adamları, sanatçılar veya entelektüeller kadar popüler bir isim değil. Kariyerinde yer alan sanatçı kişiliği onu diğer eleştirmenlerden, entelektüellerden daha başka bir statüye yerleştiriyor. Daha önceleri de birçok kere Pulitzer adayı olan ve 2018’de Pulitzer Ödülünü “Başarısız Bir Sanatçı Olarak Hayatım” adlı yazısı ile elde eden Saltz, aynı zamanda oldukça aktif ve muzip yönüyle de farklı bir eleştirmen. Sosyal medyayı, sanat ve sanat tarihi yoluyla son derece manipülatif, aşırı derecede sert ve en uç noktalarda radikal şekilde kullanarak kullanıcıları sık sık şoklayan Saltz, birçok sanat kurumunda ders, seminer, konferans vermekte ve New York Magazine’de yazılarına devam etmekte. Herkesçe bilinen o zift kokulu meşhur yazısına ve başından geçenlere, o ziftli yaşamına, Zift’ten bir bakalım.
Ahmet Albayrak
BAŞARISIZ BİR SANATÇI OLARAK HAYATIM
I
Bunu söylemek bana acı veriyor ama ben başarısız bir sanatçıyım. “Acı veriyor” çünkü hayatımdaki hiçbir şey bana 20’li ve 30’lu yaşlarımda her gün saatlerce resim yapmanın, sürekli sanat üretimi hakkında düşünmenin, kendi çağıma uygun bir ses aramanın, başarı ve yenilgi senaryoları hayal etmenin, kendi dünyamı ve aslında yaptığım şeylerle birleşen dış dünyayı hissetmenin sınırsız mutluluğunu vermedi. Lakin artık ben o dünyanın diğer tarafında yaşıyorum. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı tüm o dil, renk ve yapının o iyileştirici şamanizmi ve o güzelliğin gizemi, hepsi çoktan kaçtı gitti.
Sanatı müthiş özledim. Daha önce sanatım hakkında kimseyle konuşmamışımdır. Yazımda, bir zamanlar sanatçı olduğum geçmişten genellikle alay ederek bahsetmiştim. O zamanları düşündüğümde pişmanlık duyuyorum. Ama ben bir şeyi bırakınca kesin bırakırım; bir daha asla resim yapmadım ve yaptıklarıma bir daha dönüp de hiç bakmadım. Editörlerimin genç bir sanatçı olduğum yıllar hakkında yazmamı önerdikleri geçen aya kadar bu konuya eğilmedim. Korkmuştum. Dürüst olmak gerekirse bir yandan da bu durum beni memnun etti. Benzer anlatım sorunları üzerinde çalışarak ne zamandır kendimi tam bir eleştirmen olarak düşünmeye başladığımın, bunun ne kadar sürdüğünün önemi yok; itiraf ediyorum, birilerinin sanatımla ilgilendiğini bilmekten derin bir heyecan duydum.
Elbette yapıt üretmeyen, hiçbir çaba olsun göstermeyen herkesin başarısız sanatçı olduğunu düşünmüşümdür. Ama ben çabaladım, bundan fazlasını da yaptım. Ben bir sanatçıydım. Bazen büyük bir sanatçı olduğumu bile düşündüm.
Hepten kendimi kandırmıyordum: Kendisini zavallı hisseden tembel, burnu havada bir züppeydim. Parası olan herkese sinirliydim ve dünyanın bana bir hayat borcu olduğunu düşünüyordum. Birkaç yıl boyunca, her zaman harcımı ödemeyip sonunda bir diploma almasam da, Chicago Sanat Enstitüsü’ndeki derslere katıldım. Fakat orada başka sanatçılarla tanıştım ve beraber geç saatlere kadar vakit geçirmenin bir sanatçıya nasıl her şeyi öğrettiğini gördüm; yeni bir dilin gelişmesini ve birbirleriyle olan iletişimlerini.
1973’te 22 yaşında ve burnu havada biri olarak sanatımın hâlâ başkaları tarafından tanınmaması beni sinir ediyordu. Wringley Field’a 91 metre mesafede bulunan apartmandaki ev arkadaşım Barry Holden’a gittim ve dedim ki “Arkadaşlarla birlikte sanatçıların işlettiği bir galeri kuralım.” O da “Tamam.” dedi. Harikaydı! İnsanlar bizi fark ettiler, makaleler yazıldı, New York’lu kodaman eleştirmen Peter Schjeldah ile röportaj yaptım, yüzlerce sanatçıyla tanıştım; artık yakınında olmayı hayal ettiğim büyük bir topluluğun parçası oldum. Yıllar boyu galerinin karşısındaki caddede, sıcak suyu akmayan, ısıtma sistemi olmayan, asansörü bulunmayan bir çatı dairesinde ayda 150 dolar kirayla oturdum. Burası daha önce Jerry Lewis’a ait ‘Muscular Dystrophy’ Vakfı’nın bir deposuydu ve mobilyalarımın çoğu orada terkedilmiş duran eşyalardı. Kanepe olarak bir ahşap bank, ortada devasa bir çizim masası, elektrikli ocak, çatıdan akan sızıntılar için yerde kovalar, klozete su dökmek için başka bir kova ve yerde duran bir döşek. Ben bir sanatçıydım.
1978’e kadar N.A.M.E. adlı (isim düşünemediğimizden ona bu adı verdik) galerimizde iki kişisel sergim oldu. İki sergi de 1975’te Good Friday’den bir gün önce başladığım devasa bir projenin parçalarıydı. “İnferno (Cehennem)”dan başlayarak, Dante’nin bütün İlahi Komedya’sını resmediyordum. Her iki sergide de her şey satıldı, müzeler çalışmalarımı satın aldı. Büyük bir meblağ olarak 3000 dolarlık “National Endowment for the Arts Grant” hibesini aldım ki sanatçı bir kız arkadaşımın da yardımıyla bu, benim New York’a taşınabilmemi sağladı. Artforum ve Chicago’daki gazetelerden olumlu yorumlar alıyordum. Çalışmalarım New York’taki Barbara Gladstone galerisinde ve ayrıca Chicago’daki Rhona Hoffman’da sergileniyordu. Çılgına dönmüştüm. Gece üstümde fareler geziniyordu, duş almaya başka insanların evine gidiyordum ve ısıtma sistemim yoktu. Umrumda değildi, ihtiyacım olan her şeye sahiptim.
Fakat sonra ismi kendinden şüphe etmek olan o sonsuz boşluğa baktım. Korkuyla ve kendimden nefretle dolup taştım; çalışmalarımın ne kadar kötü, ne kadar anlamsız, saçma, özgünlükten uzak ve gülünç olduğuna dair karanlık düşüncelere kapıldım. Kendi kendime “Sen daha nasıl çizileceğini bile bilmiyorsun,” dedim, “Okula hiç gitmedin. Çalışmalarının hiçbir şeyle ilgisi yok. Sen gerçek bir sanatçı değilsin. Sanatının hiçbir şeyle alâkası yok. Sanat tarihi bilmiyorsun. Resim yapamıyorsun. Ağzın iyi laf yapmıyor. Çok fakirsin. Çalışmalarına yeterince zaman ayırmıyorsun. Kimse seni umursamıyor. Sahtesin. Yalnızca çizim yapıp küçük işler yapıyorsun çünkü resim yapmak ve büyük çalışmaktan korkuyorsun.”
Her sanatçı böyle şüphelerle, her gün savaş hâlindedir. Ben bu savaşı kaybettim. Bu sanat benim sonum oldu. Ama aynı zamanda beni bugünkü eleştirmen hâlime de bu getirdi.
II.
Hâlâ merak ederim, başarısızlığım, yetiştirilme şeklimin kaçınılmaz sonucu muydu? Büyüdüğüm yer olan Chicago banliyösünde oturma odamızdaki Fransız izlenimcilerin dandik reprodüksiyonları dışında, sanatın hayatımda ciddi bir yeri yoktu.
Fakat bir sanatçı olarak başladığımda, her ne kadar orada büyülenmiş bir halde saatler geçirmişsem de benim asıl gönül evim, Art Institute değil, Chicago Field Museum idi. Buradaki işlerin sanat tarihi ile dolu olmamasını sevdim ve bunlara dair hayal kurarken kendimi daha özgür hissettim. Daha da önemlisi, her şeyin sadece bakmaktan ibaret olmamasını sevdim: Burada büyü yapma, iyileştirme, köyleri işgalcilerden koruma, hamileliği önleme ya da yardımcı olma, ölümden sonra yaşama rehberlik etme gibi şeyler amaçlanmıştı. Kuzeybatı yakası, The Plains, Güneybatı, Güney ve Orta Amerika sanatıyla ilgiliydim. En sevdiğim soyut resim, Navajo kum resmi, Okyanusya sanatı ve İsveçli Hilma af Klint’in yeni ortaya çıkan çalışmalarıydı. Tüm bu çalışmaları iten güç, New York’tan çıkan soyutlamaya karşı doğuştan gelen bir spiritüalizm ve içsel bir gereklilikti.
[…]
“İnferno (Cehennem)” projeme 1975 Paskalya bayramının arefesinde, Perşembe günü şafaktan hemen önce başladım. Çünkü kutsal perşembe günü, şiirde Dante’nin öyküsünün başladığı, “yanlışın karanlık ormanında” kaybolduğu, “doğru yoldan” saptığı gündü.
[…]
Peki neden Dante? Özellikle de neredeyse hiç okumadığım ve Tanrı’ya inanmadığım düşünüldüğünde… Bence İlahi Komedya, her kötülüğün karşılığını eşit karşılık ve kutsal sevgi yasalarına dayanarak alan devasa organize bir alegori sistemi olarak bana da arzuladığım sistemi sunuyordu. Beckett’ın “neatness of identification” dediği oldukça oturmuş bir düşünce yapısı, neredeyse primitif sayılacak bir kesinlik, bana bir psikolojik sığınak ve intikam silahları sağladı. Kendi dünyamı düzeltmenin bir yolu, İncil’de olduğu gibi “her şeyin bir ölçüsünün, numarasının ve ağırlığının olduğu” bir düzeni kavramanın yolu oldu. Özellikle, burada iyilerin ödüllendirildiği ve kötülerin cezaya tabi olduğu bir adalet vizyonu vardı.
[…]
İyi ve kötünün, katharsis’in, günahın, yaralı ruhların, azizlerin, “Cennet”teki savaş sahnelerinin, yıkılmış bir dünyanın, kurtuluşu bekleyenlerin, canavarların, hasretin, utancın, Şeytan’ın ve dirilişin bir galaksisiydi burası. Kelimenin geleneksel anlamıyla inanmıyordum fakat Dante’nin metafiziği ve ahlaki yapısı, benim hiçbir iç dünyamın olmadığı 20’li yaşlarımı atlatmamı sağladı. (Ya da zaten kendi baskılanmış acılarımın, öfkemin, kaybımın, kendime acımanın ve korkularımın altında çökmekte olan bir yapı vardı.)
[…]
Bu geç Ortaçağ evreni beni seçim yapma zorunluluğundan kurtarmıştır. Hikâye ve yapı bana tam olarak ne yapmam gerektiğini, neyi nereye çizmem gerektiğini, sonrasında ne olacağını, şeylerin hangi şekilde olması gerektiğini, her şeyi, hatta geçmiş sanata göre olan Virgil mavisi ya da Dante kırmızısı gibi hüküm süren renkleri söylemiştir. Farkında olmadığım fakat çaresiz bir biçimde ihtiyacım olan, öngöremediğim şeyleri yapmamı sağlayan bir makine icat ettim; hâlâ da bir sanatçının ilk işlerinden birinin bu olması gerektiğini düşünüyorum.
1970’lerin ortalarında Saltz, İlahi Komedya’nın tüm 100 kantosunun açık ve kapalı hâllerini içeren duvara monte altar panolarını yapmaya başladı. Burada, ikinci kantodan esinlenen ve Beatrice’in Virgil ile buluşmasını tasvir eden bir parçanın görünümünü görmektesiniz. Sağ yanda ise kapalı hâlini görmektesiniz. (Fotoğraflar: New York Magazine)
III.
Dışarıdan bakıldığında işler harikaydı. Fakat içeride ıstırap içindeydim, dehşete düşmüştüm, başarısızlıktan korkuyordum, bir sonraki adımda ne yapacağım ve nasıl yapmam gerektiği konusunda endişeliydim. Gittikçe daha da az çalışmaya başladım. Önce bunu sakladım, daha sonra saklamaya gerek görmedim. Elimde en son, kendime sanatçı demek kalıncaya kadar. 27 yaşımda, bir yıl boyunca süren sinir zafiyeti yaşadım.
[…]
Dışarıdan bakanlar sanat dünyasını, genelde gerçeklikten parayla ayrılmış, modaya uygun, hiç bitmeyen bir parti gibi görürler. Kendim de bir dönem sanatçı olduğum için durumu oldukça farklı görüyorum. Kendimi bu büyük, kırık dökük, güzel, çingene sanat dünyasının bir parçası olarak kabul ediyorum: Arayış, özlem ve acı içinde ve baskı altında yapılması gerek şeyleri yapan. Her ne kadar içteki bu müthiş özün dıştan gelen rezillik yığını altında gömüldüğünü kavrasam da, yine de bu ruhun sanat dünyasını terkettiğine inanmıyorum.
[…]
IV.
Sanatçı karakterinden ne ölçüde uzağım acaba? Meğerse [uçurum] oldukça derinmiş. 30 yıldır kendi sanatımı görmemişken ve sanatımın kaybolup gittiğini düşünürken, ilginç bir şekilde, bu makaleyi yazarken çalışmalarımın üç portfolyosu gün yüzüne çıktı. Altar panoları yok. Fakat yaklaşık 700 çizimim bir şekilde hayatta kalmış. Ve üç hafta önce olağanüstü bir günde, tüm sanat yolculuğumun mükemmel bir tekrarını yaşadım. Bu yeni ortaya çıkan portfolyolarıma sırasıyla baktım. Tek tek, çizim çizim. Hepsini inceledim. Neredeyse her birini ezbere biliyordum; hatırlayamadıklarım benim için vahiy gibiydi adeta. Her hareketin ve işaretin ne anlama geldiğini biliyordum. Nefesim kesildi, kendi çalışmalarıma delice âşık oldum. Büyük bir kısmının ne kadar güzel olduğu karşısında afalladım. Her şey ne kadar da mantıklıydı. Bunlar ne kadar da şahane, ben harika bir sanatçıydım diye düşündüm. Tekrar tekrar baktım. Afallamıştım. Gözlerimde sevinç gözyaşları vardı. Rahatlamıştım.
Sonrasında Roberta’yı almaya gittim. Ona bu gelişmeyi anlattım ve gelip görmesini istedim. Ofisime gelip bakmaya başladı. Uzun bir süre, benim baktığımdan daha da uzun bir süre tek tek inceledi ve tek kelime etmedi. Bir süre sonra bana döndü ve “fena değiller,” dedi. Yaralı bir şekilde “Fena değil mi? Fena değil derken neyi kastediyorsun, güzel olduklarını düşünüyorum, harika değiller mi?” dedim. Resimlere tekrardan döndü, bir süre daha baktı ve dedi ki “Bunlar sıradan işler, şahsiyetsiz. Kimse bunların ne hakkında olduğunu bilemez. Ayrıca bu üçgenler de ne, kadın mı?” Ben de “Hayır, onlar cehennem!” diye karşılık verdim. Sonrasında, nasıl birçok sanatçının “ilk yaptıkları çalışmalarından daha iyisini yapamadıklarından” bahsetti. Böyle bir anda, çalışmayı bıraktığım o âna geri döndüm: Mahvolmuş, krize girmiş, donmuş ve paniklemiş bir hâldeydim.
Şimdi baktığımda, Roberta’nın tepkisini anlayabiliyorum. Wilde’ın birtakım fikirleri burada da geçerli. Wilde çok belli olan, “çok çabuk bilebildiğimiz”, yani “çok anlaşılır” olan sanatın başarısız olduğunu söyler. “Bakılmaya değmez tek şey besbelli, apaçık olandır”. Böyle bir sanat size her şeyi bir anda anlatır ve size sadece aynı şeyi sonsuza kadar anlatabilir. Benim çalışmalarımda tam tersi bir sorun vardı. Belirsiz, gizemli ve bu yüzden modası geçmişti. Yalnızca ben çözebilirdim.
[…]
Kendi kendime sanatımla ilgili aldığım her kararın güzellikle ilgisi olmasını istediğimi söylerdim. Baudelaire güzelliğin iki parçaya sahip olduğuna inanıyordu. Birincisi zamansızlık, bir antik Yunan çömleğinin formu gibi. Diğer parçası ise güzelliğin, sokaktaki şık bir züppe gibi tamamen geçici olmasıdır. Benim çalışmalarım, eski geometrilerin ve hermetik diyagramların ve illüstrasyonların zamansız güzelliğini barındırıyordu. Renkleri güzeldi. Fakat benim sanatım benim kendi zamanımın görüntüsüne ve hissine sahip değildi. Buna tüm kalbimle inanıyorum; fakat bu da bizi başka bir soruna götürüyor. İroni çağının şafağında, tamamen samimiydim. Wilde’ın bunun hakkında söyleyecek bir şeyi daha var: “Bütün kötü şiirler, gerçek hislerden doğar… En kötü işler, en iyi niyetle yapılır.” Elbette, şunu da der ayrıca: “Eleştiri, yaratıcılıktan daha fazla emek ister”. Off! Hadi bunun için herkesin önünde mücadele edelim.
Jerry Saltz
Çeviri: Ahmet Albayrak
*Bu yazı New York Magazine’in 17 Nisan 2017 sayısında yer almaktadır.
*Jerry Saltz’a ait görseller metinden alınmıştır.
Kaynak: https://www.vulture.com/2017/04/jerry-saltz-my-life-as-a-failed-artist.html