Sinemamızda çok güzel gelişmeler var. Genç yönetmenler yakın planda yaşananlara, şehrin çelişkilerine, kentsel doku yaralarına dönük filmler yapmaya başladılar. Kent ve mahalle sorunlarına odaklanan hikâyeleri kurmaca veya belgesel filmlerle anlatıyorlar. “Beton Yığınlarında Çiçek Açmaz mı?” diye bir yazı yazmıştım 2014’te Hendese dergisine. Galiba beton yığınlarında çiçek işte böyle açıyor.
Pota bu açıdan dikkate değer bir kent filmi. Ahmet Toklu bu filmde site/gecekondu mahallesi arasındaki çelişkileri gençlerin basketbol sahası ihtiyacı üzerinden ele almış.
Plansız yapılaşmanın en vahim sonuçlarından biri, ihmâl edilmiş kıyı yerleşimlerine bir yama gibi ulanan siteler. Ayrıcalıklı kapalı bir dünya olarak orada oluşan yama, gençler bir yana, mahallenin bir yerleşim tecrübesi kazanmış sakinlerinde bile yaralar oluşturur. Site, mahallenin onca zaman içinde geliştirdiği direnç kaynaklarını ve her kesimden insanı aynı çevre içinde harmanlama yeteneğini hiçe sayan bir gösteriş ve büyüklenmeyle ilân eder imtiyaz hakkını. Arkası sağlam olmayan mahalleli nereye kadar sürdürebilir ki yaşama alanlarına kondurulan bu işgale karşı itirazlarını…
Filmin kahramanı Ahmet, İstanbul’un işte bu şekilde her türlü düzensiz inşaya açık yerleşimlerinden birinde yaşayan ilkokul 5. sınıf öğrencisi bir çocuk. Babası yurt dışında işçi, ancak para gönderemiyor ailesine, böylelikle Ahmet evine yakın bir sitenin marketinde çalışmaya mecbur kalıyor. Bunca gaile içinde okuldan tanıdığı Kezban isimli öğrenciye karşı beslediği hislerle bir teselli buluyor belki de… Gelgelelim nasıl olup da onun dikkatini çekeceğini bilemiyor. Bir gün okula basketçi forması ve basket topuyla gelen öğrenciye, Kezban da dahil birçok öğrencinin sergilediği ilgi, Ahmet’in gözünden kaçmıyor. Böylelikle bir basket takımı kurma fikrine yoğunlaşıyor. Sitedeki basket sahası geliyor aklına. Burası bir hayli ilginçtir: Orada çalışan çocuk insiyaki olarak sahada bir oyun hakkı olduğuna inanıyor belki de ama bunun izni, ulaşamadığı bir iradenin kontrolü altındadır. Film, iki zıt dünya arasındaki uçurumu ortaya koyarken sporun ne ölçüde bu mesafeyi kapatabileceği sorusunu da getiriyor önümüze.
Hizmet almaması olağan sayıldığı hâlde 80’lerden bu yana sürekli genişleyen varoşlar, 2000’lerin ortalarında farklı bir işgale uğradı. Şehrin merkezi, turistik oteller için boşaltılırken, müteahhitler site planlarıyla varoşlara yöneldiler. Bütün bunların betonlaşma karşıtı şiir ve öykülerle yetişmiş bir kuşağın rol aldığı bir iktidar döneminde gerçekleşmesinin talihin bir cilvesi olmaktan öte geçen bir anlamı var muhakkak ki… Şantiye sesleri, pek çok tarafın üzerinde ittifak ettiği bir rant vaat ediyor. Ahmet, mahallesinden çıkıp da marketinde çalıştığı sitenin kapısına yaklaşırken kimi seyircinin aklına Devlet Kuşu veya Huzur Sokağı’ndan tasvirler, Şehrin Üzerindeki Eller (Francesco Rosi, Le mani sulla città, 1963)’den çeşitli sahneler gelebilir. Kurmaca karakterlerin vücut dilinde izlenen, zenginler ve yoksulların hayat tarzları arasındaki uçurumun oluşturduğu his ve yaralar kolay kolay değişmiyor.
Gurbette türlü çilelerle yerleşilen kenarmahalle, bir bakıma şehre uyumu kolaylaştıran bir ara zemindi ilk kuşak için. Doğrudan merkeze göçün tahripleri daha ağır olurdu, hazırlıksız önü açılan göç dalgalarının sürüklediği pek çok insan için. Göçmenler şehrin kıyı sayılan arazilerine yerleşirlerken, hizmet halkasının dışında kalmanın mahrumiyetlerini yaşadılar gerçi; onların çocuklarının payına düşen ise doğup büyüdükleri oyun bahçelerinin siteye dönüşmesinin sorularıydı. En az yarım asırdır ilâvelerle süren bir hikâye bu.
Pota’da ise farklı bir olgu çıkıyor karşımıza: Varoş diye tabir edilen mahallelerde genç kuşak, belki de dijital teknolojinin getirdiği sanal bir demokratikleşme dilinin etkisiyle, yeteneklerine güveniyorlar. Bu çocukların bir basketbol sahası yok; ama hedefleri konusunda dayanışmalarını sağlayan bir inanca sahipler. Anne ve babasından farklı olarak İstanbul’da dünyaya gelen Ahmet, şehre daha başka gözlerle bakıyor; ufku farklı, dili de. Ailesinin tecrübeleri, şehre gerçek anlamda yerleşmek için aşması gereken bir mania olarak yer etmemiş bilincinde. Bütün dışlanmalara rağmen, şehri kendisinin yerleştirildiği öteki konumundan görmeyi reddediyor.
Uzaklardaki baba konusunda da baskın bir klişe kırılıyor filmde; baba nihayet eve dönecektir. Çoğu futbol ve basketbol starı, mucize dolu hayat hikâyelerine sahip değil midir? Emeğiyle girdiği siteye, spor konusundaki azmiyle de dahil olabileceğine inanıyor Ahmet; arkadaşlarının da verdiği destekle. Bu çocukların her biri, göç sebepleri ve yerleşme mücadeleleriyle birlikte farklı birer hikâye ortaya koyuyorlar. Chiwetel Ejiofor’un Rüzgârı Dizginleyen Çocuk (The Boy Who Harnessed The Wind, 2019) isimli filminin kahramanı William’ın amaçları konusunda gösterdiği gayreti getiriyor akla çeşitli sahneler. Bazen de bir cümle veya bir fiilden Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın sesleri ve jestleri taşıyor sanki.
Asef Bayat, “Sıradan İnsanlar Ortadoğu’yu Nasıl Değiştiriyor?” alt başlığını taşıyan Siyaset Olarak Hayat (2009) kitabında yoksul kesimin dayanışmasının oluşturduğu devinimi irdeler. “Gündelik Hayatta Feminizm” başlıklı bölümünde İranlı kadınların kamusal alandaki “açıkça alışılmamış, dağınık ve günlük mücadeleleri”nden söz ederken, benzeri faaliyetlerin birçok Müslüman toplumda da tecrübe edildiğinin altını çizer. “İlle de tasarlanmış ortak bir protestoyla tanımlanan ve seferberlik teorisiyle stratejisi tarafından şekillendirilen sıra dışı ve kapsayıcı ‘hareketler’e başvurmak yerine, hayatın sıradan gündelik faaliyetlerine dâhil olmakla” yaşanan bir tecrübedir bu: “Spor yapmak, şarkı söylemek, politik makamlara adaylık gibi…” Pota’da da varoş mahallesinde bir grup gencin sürekli engellendikleri hâlde yılmayarak derme çatma malzemelerle engebeli bir arazide bir basketbol sahası kurmaya çalışmaları, seyirciye olağan hayatın içinde gerçekleşen destansı bir yürüyüş hissi veriyor. Onların ebeveynleri omuz omuza vererek elektrik direği dikmiş, su kanalı açmış, su tankerleri önünde birbirlerinin bidonunu beklemişlerdi. Gençler böylelikle bir zamanlar şehre dolaylı olarak -ucuz işçi olsunlar diye çağrılmış ama kendi hâline terk edilmiş- kuşağın mücadelesini üstlenmiş oluyorlar. Bayat’ın tespitlerini izah ederken vurguladığı cümleler, Ahmet ve arkadaşlarının tecrübesi için de kurulabilir: “Bu, var olma gücünü kullanmayı, her şeye rağmen ortak iradeyi ortaya koymayı, sahneyi terk etmenin reddini, kısıtlamalardan kurtulmayı ve kişinin kendisini işitilir, görülür, hissedilir ve gerçekleştirilebilir kılması için yeni özgürlük alanlarının keşfini gerektirir.”
Pota’da yüksek duvarlarla kaplı içerisi, hangi ayrıcalığı sunarsa sunsun, dışarısının sağladığı gerçek hayat dokusundan koparıyor ahalisini. Bağlılık Aslı’da genç anne yaşadığı rezidansta bir çöldeymiş gibi yalnızlaştığını hissediyordu. “İçerisi” kendi kontrolü dışında hiçbir harekete, hiçbir unsura yer vermiyor. Bu nedenle de kentsel dönüşümle kondurulmuş lüks sitelerin çeperindeki gecekondu mahalleleri, terk edilmiş cins kedi ve köpeklerden geçilmiyor.
Pota, kenar mahallelerin tamamen kurutulması gereken bir bataklık olarak sunulduğu filmler karşısında, bu mahallelere özgü hayat dolu, neşeli, zengin insani bağlara odaklanıyor. Çok fazla sesi var dışarısının, hurdacılar, işportacılar geçiyor habire. Daha büyük bir nüfusu barındıran sitede ise pek az dış ses duyuluyor. Yönetmen, bu sahneler vasıtasıyla kenar mahalle yaşantısını romantik bir şekilde yüceltmiyor; “içerisi”nin varlığını anlamlı kılan bir öteki olarak öne sürdüğü “dışarısı”na göre daha insani, anlamlı bir kişisel ve toplumsal yaşantı sunup sunmadığı sorusunu düşündürüyor incelikli yollarla. Akla şu soru geliyor ister istemez: İçerisi, varlığını dışarısı olmadan dikkat çekici kılabilir mi? Yere göğe konulmayan içerisi, dışarısının bağrına bir yama gibi yapışmışken nasıl olur da öne sürdüğü tekinsizliğe karşı sahici bir çare olduğunu düşündürür?
Filmde bir metafor olarak görüldüğü üzere, sitede oturanlar beslemekten sıkıldıkları hayvanları bu mahallelere bırakırlar. Yüksek duvarların ötelediği “dışarısı” bu anlamda daha canlı, zengin, insani, yüreği ve ruhu besleyen bir toplumsallık sunar. Bir halkanın dışında tutulmuşluğun boşluğunda ortaya çıkan infilâklar elbette yaşanmaktadır. Bütün yalıtılmışlığıyla site, suçla ilişkilendirilen infilâklardan ne bağımsızdır ne de masun. İçeriye dahil olmanın ilk şartıdır bir statü oluşturan para, kaynağı nereden gelirse gelsin.
Gündelik hayatın dokusu sürekli parçalanıyor, tüketim uçurumlarını yansıtan ekran ve panolarla. Gençliğe telkin edilen bütün hedefler, hınç içeren bir rekabetin sahasına çıkmayı gerektiriyor. Böyle bir iklimde şiir ve türkü nasıl koruyabilir dostlukları hâlâ veya nasıl geri çağırabilir? Diğerkâmlık ne şekilde bir eğitimle yerleşir benliklere? Nasıl bir terbiyeden geçilir de vahşet şefkate bırakır yerini, ezilenler hangi sebeplerle öfkesini kadınlara yöneltmekten vazgeçer, intikam hissi ne şekilde yerini -yeniden- dayanışmaya bırakır?
Mekânlar iyi seçilmiş Pota’da, hikâye sürüklüyor. Mesela bakkal, site bekçisi, hatta anne karakterleri yapay durmuyorlar. Sadece az sayıda oyuncu, karakterin temsilinde yetersiz kalıyor. Ahmet Toklu, salgının başlangıç döneminde yaşanan çekim aksamalarının oluşturduğu güçlükten söz etti bunu konuştuğumuzda. Sonuçta oyuncular büyüme çağında ve böylelikle oluşan kopuş, filmin akışına dayansıyor.
Kentleşmenin yalıtımlara dayalı yayılımında bir pürüz gibi görülen mahallelerde, gençleri amaçları konusunda özgüvenli kılacak sebep ve imkânları gösteriyor seyirciye Ahmet Toklu, ilk uzun metrajlı filmiyle. Pota, son yıllarda izlediğim kentleşme eleştirisi içeren az sayıda iyi filmden biri.
Cihan Aktaş