İnsanın tekliği giderilemez gerçekliğidir ve ölüm bunu bütün çıplaklığıyla görünür/anlaşılır kılar. Yine de insan bu gerçekliği bütünüyle taşıyamaz; ölümden çok yaşama ait olduğunu hissetmekle, sevmekle-sevilmekle, kalbinin bağlarıyla yalnızlığın, yetersizliğin, zayıflığın baskısından kurtulup hayatın kuvvetinde, bağların sağlamlığında, bir başkasının varlığında teselli bulmak ister, bulur da.
Fakat ömrün döngüsü yaşlılığa yani ölümle yüzleşmeye gelip dayandığında, avunduğu şeylerin bir anlama bağlı olup olmadığıyla veya ruhun nereye ait olduğuyla daha ziyade ilgilenmeye başlar. Nihayet tesellilere manâ kazandıran şeyi daha derinden hisseder ve anlamın/anlamsızlığın, yaşamındaki yitiğin/eksiğin farkına varması artık daha kolaydır. Çünkü sonlar hakikatin anlaşılmasını temin eden birer göstergedir aynı zamanda.
Yaşamla dolu doluyken değil, ancak sona yaklaştığımızda “neyi ne kadar yaşadım?” diye hüzünle sorarız. Sevmenin ve sevilmenin akışına mutlulukla kapıldığımızda değil, ancak kendimizi bir kenarda yalnızlıkla bulduğumuzda “sevdim mi, sevildim mi” diye anlamaya çalışırız. Zamanın sonsuzca akan nehrinde onun bir parçasıymış gibi ilerlerken değil, ancak kıyı göründüğünde kendi zamanımızın başlangıç ve bitiş arasındaki kısalığına şaşırırız. Fark etmeye, anlamaya, şaşırmaya her zamankinden daha yakınızdır ve kendi gerçeğimizle hiç olmadığı kadar iç içeyizdir artık.
Gaspar Noé, son filmi Vortex’de, yaşlı bir çiftin son günlerine tam da buradan odaklanıyor. İki ayrı pencere birbirine açılacak biçimde karşılıklı durduğunda iki ayrı duruş değil, bir birleşme kurar. Benim pencerem sana, senin penceren bana açılırsa iki pencere, tek bakıştaki beraberliği gösterir. Senaryo; yaşlı karı kocayı, karşılıklı duran pencerelerde birbirine gülümseyen bakışlarından alır, terasta küçük bir masada karşılıklı kurabiye yedikleri birlikteliğe taşır. Bu beraberlik seyirciye iyi gelir; yaşlılıktaki kenara çekilmenin uzletini aralarındaki sevgiye, güçsüzlüklerini birbirlerinin varlığına tutunarak aşan iki ihtiyarın avuntusu bize huzur hissettirir, çünkü umulan/idealleştirilen budur. Ama bu ne kadar böyledir? Ya da böyle olmasını/olmamasını sağlayan şeyler nerden gelir? İki ayrı pencerenin bir bakışa dönüşmesi yahut iki ayrı pencere oluşunu koruması kendi sebeplerine bağlıdır sonuçta. Yönetmen, karakterleri yakından tanımamızı sağlayan yakınlaştırma/göstermeyle bu sorunun cevabına ulaştırır seyirciyi.
Aynı zaman ve aynı mekânda yer alan kadınla adamın arasını kalın bir çizgiyle ayıran bölünmüş ekran çekimiyle, aynı sahnenin içinde eşleşen beraberliği kişisellik düzeyine taşır yönetmen. Her iki karakter aynı yerde ama ayrı karelerde kendi serüvenini temsil ederken görülür. Böylece ortak zaman da ayrı (kişisel) yönlerde ilerler. Daha hikâyenin başında ortada bir yabancılaşma, yalnızlaşma olduğunu hissederiz. Karı kocanın kişiselliğini vurgulayan çekim tekniği; beraberliği iki ayrı çerçevede göstererek insanın nasıl yabancılaşabileceğine, iki insanın eşleşen yaşamındaki yalnızlığına ve birbirine uzaklığına dair merak uyandırır.
Çok geçmeden anlarız ki emekli psikiyatrist kadın kahramanımız, Alzheimer’dan muzdariptir. Sabah onun uyanışıyla başlayan filmin ilk görüntülerindeki hâli; bakışlarındaki kaybolmuşluk/belirsizlik ve hareketlerindeki şaşkınlık/karışıklık yerine oturur. Kadının kafası allak bullaktır, kendi evinde hayat arkadaşıyla birliktedir ama evini de eşini de sahiplenemeyecek bir eğretilik sergiler. Her sabahki rutinini yarım yamalak yerine getirmeye çalışır.
Kadından sonra uyanan adam ise ilk iş olarak entelektüel uğraşısına yönelir, çalışma odasına süzülüp sinema-rüya ilişkisine, rüya düzleminde yaşama dair çalıştığı kitabına yoğunlaşır. Belli ki kadının hafızası/bilinci bulanıktır; dolayısıyla serüveni kızağa alınmıştır. Zamandan, mekândan, bağlardan ya kopmuş ya da kopuşunu sürdürmektedir. Her şeyi yitirmiş gözlerle bakar etrafa, her yere yabancılaşmış adımlarla yürür. Çöp atmak için dışarı çıkar ve eve dönmez. Çalışma odasında kendi zamanına yoğunlaşan adam bunu fark edince dışarı çıkar, karısını bulur ve eve getirir; evin kaçan kedisini bulup getirir gibi. “Dışarı çıkmamalısın. Kaybolmandan korkuyorum.” tembihi, karısına yönelik ilgisini göstermeye yeterlidir. Öylece çalışma odasına döner; karısını mahkûm olduğu belirsizlikle, yabancılaşmayla, yalnızlıkla hatta çaresizlikle baş başa bırakarak… Birinin diğeriyle var olduğu sahici bir sevginin eksikliğini hissettirir ve anlarız ki adamın varlığı kadına yardımcı olmamaktadır.
Kadın bütün gün evin odalarında etrafı tanımaya; kim olduğunu, nerede bulunduğunu, ne yaşadığını anlamaya çalışarak, şaşkınlığıyla oyalanarak gezinir durur. Uzun yılların, yaşanmışlığın yorgunluğunu yansıtan ev; duvarlardaki raflardan evin her kıyısına saçılıp yığılmış kitaplar, film afişleri, fotoğraflar, not kâğıtları, reçeteler dengenin kaybedilmişliğini, ortada bırakılmışlığı gösteren bir dağınıklığı/düzensizliği sergiler artık. Bu evde biriken/yaşayan anıları değil, yitirilmiş zamanı, hep sürmüş bir arayışı ve aslında yaşamlarının şimdiki gerçeğini betimler. Kadın bu gerçeğe belki de çok daha evvel teslim olmuştur…
Oysa adam, bir rüya düzleminde gördüğü yaşama kendi rüyalarıyla eklenmekten vazgeçmemiştir ve bu rüyaların sürmesi için çırpınır. Kendini, karısının sürüklendiği girdaptan uzak tutmakta kararlıdır. Bunun mümkün olup olmadığına bakmaz; gerçeği kendi arzuları ve şartları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışır. Karısı içeride bocalarken o çalışma odasındaki ayrıcalıklı dünyasına çekilip metresini arar ve ona duyduğu bağlılıkla avunur. Yazdığı kitaba, keşfetmekten/üretmekten zevk aldığı düşüncelere, ilişkilerine sıkı sıkıya tutunur. Kaderini karısının kaderinden ayırmanın yarattığı parçalanmayla ilgili değildir. Karı koca arasındaki bellek bütünlüğüne, duyguların iç içeliğine, birbirine bağlanan ortak kaderin metafiziğine son veren şeyin hastalık olmadığını, bu bağların çoktan koptuğunu anlarız. Kadın, demans sebebiyle eksik insana dönüşmemiştir; onunla yetinmeyen adam için zaten öyledir. Karısıyla ortak yaşamında onu dışarda bırakan, kendine ait ayrı bir serüvene tutunduğu bellidir. Yıllar sonra hâlâ metresine, “Bütün varlığımla sana aitim, beni bırakma.” diye yalvarabilmektedir. Oysa karısının elini tutup “Yanındayız, seninleyiz, üzülme.” derken sevgisinde sahici-içten bir kaynaşma değil, sanki bunu komşusuna söyler gibi bir görev ya da kaçınılmaz bir temas zorunluluğunun mesafesini hissettirir. Sevgi yoksunluğu bir başka yara açar insanda; sevgi yoksa sahicilik-içtenlik de olamaz, geriye ya bunların aranması ya da yarattığı parçalanma kalır.
Belki de bu yüzden kadının hastalığı, önlenemez şekilde ilerlemektedir. Tek evlatları olan Stefan onları ziyarete geldiğinde annesindeki değişime şaşırır; “Üç hafta önce geldiğimde böyle değildi. Bu durumu neden haber vermedin?” der babasına. Adam, karısıyla ilgili hastalık gerçeğini olduğu gibi kabullenmiş, onun için yapacak bir şey kalmadığını düşünmektedir. Stefan’ın annesine yakın ilgisi bir umut hissettirir. Nitekim kadın, kocası için “Kim bu adam bütün gün evimde?” diye sorarken, oğlunu hâlâ hatırlamaktadır. Ama yazık ki Stefan tutunulacak bir dayanak olamaz; annesinin yardıma ihtiyacı olduğunu vurgulamaktan ve babasının bu konuda üzerine düşeni yapıp yapmadığını sorgulamaktan başka bir şey gelmez elinden. O da kişisel sorunların ağlarında sıkışmış (uyuşturucu müptelalığıyla mücadele eden), uyuşturucuya alıştırdığı karısının durumunun açtığı vicdan yarasıyla ve küçük oğlu Kiki’ye bakma sorumluluğuyla baş etmeye uğraşan biridir. Yine de babasının kibirli karakterinin bencilliği karşısında; onun hayatın sillesini tatmanın, kendiyle mücadele etmenin dersini almış yaralı karakteri babasından daha merhametli, daha yardımcı, daha düşünceli durur. Annesi için profesyonel yardım almak gerektiğinde ısrar eder; fakat adam psikolojik destek almak, bir yardımcı tutmak, doğru yaklaşım için bilgilenmek gibi yardımcı faktörlere kulak tıkamaktadır. Aslında sadece kadının değil, her birinin kendi kişisel serüveni bir açmaza, bir girdaba çoktan mahkûmdur. Kadının başı demansla beladadır, Stefan’ınki uyuşturucuyla, adama kibirli ve bencil karakteri yeterlidir… Yürekleri her şeyden daha çok arayışla doludur…
Stefan, annesini özel bir bakımevine yerleştirmeleri için babasını ikna etmeye uğraşırken “Olması gerekene neden direniyorsun? Ben muhtaç duruma düştüğümde siz beni akıl hastanesine yatırmıştınız. Çünkü size göre olması gereken buydu.” diye hatırlatır. Akıl hastanesinin bir şefkat eli veya kalpten bir esirgeyişin göstergesi olmadığı malûmdur. Stefan, başkasına, ancak kendisine gösterildiği kadar ilgi gösterebilir, daha fazlası istese de elinden gelmez. Baba ve oğul bir çözüm için tartışırlarken ortalarında kalan kadın özür dileyip durur; ölmediği için, onları kendi çaresizliğine maruz bıraktığı için… Ömrün ahirinde bile fedakârlıkta bulunması gerekenin yine kendisi olduğunu düşünür sanki. Bu sahnedeki trajedi; her birini kişisellik çemberine sıkıştıran yetersiz sevginin dokunaklı boşluğu, birbirlerini kalpten kavrayabilecekleri bağlardan yoksun ilişkilerinin özetidir adeta.
Ne hastalık, ne yaşlılık, ne güçsüzlük… Yaşamlarını asıl girdaba sürükleyen; sevgisizlik, bencillik, kibir ve merhametsizliktir. Yönetmen de kalbin/ruhun hakikat yoksunluğunun yaşlılık ve hastalıkta daha da acımasızlaşan sonuçlarına dikkat çeker. Her birinin kişisel belleği eksiktir, mutsuzdur. Kadının belleği demansla kaçınılmaz bir unutmaya teslim olurken oğlu da her şeyi unutmak için uyuşturucuya başvurur, ancak kafasındaki her şey silinince rahat bulur. Adamın arzu duymak/arzulanmak enerjisiyle gerçeği dönüştürmek için metresine sığınması, kendine ayrı bir bellek kurmak için rüya içinde rüya yorumunu kendine imkân kılarak aslını unutup uydurduğu rüyalarla yaşamak istemesi de bir unutma biçimidir. Ve her birinin kişisel belleği huzursuz bir arayışa açıktır. Bu arayış bir anlama varamadan; kalbi boşluktan, belleği kaybolmuşluktan kurtaramadan sürüp gittiği için ölümden başka bir sonla tamamlanmayacağı anlaşılır.
Vortex; yaşlılık ve hastalıktan ziyade sevgisizliğin, bencilliğin, kibrin, hakikatten kopuşun biçimlendirdiği yaşamın, kalbin sahiciliğinden nasıl uzaklaştığını ve insana nasıl bir girdap hazırladığını sondan gösteren güçlü bir hikâye.
Münire Daniş