“Anlatı Ormanı”nda Bir Ömür: Ahmet Uluçay
Ahmet Uluçay 2 Aralık 1954 yılında Kütahya’nın Tavşanlı ilçesi Tepecik köyünde dünyaya gelir. Henüz ilkokul üçüncü sınıftayken köylerine gelen gezici film gösterim ekibiyle yeni bir dünya açılır önünde. Uluçay’ın o güne dek resim sanatında aradığı imkân, film sahasında kendini göstermiştir.
“Ben resmi çok seviyordum… Bazen düşünürdüm resimlere bakıp, bunlar hareket etse, ben bakarken adam yürüse, geçip gitse sağından solundan çerçevenin… Ve bir gün sinema denilen icatla karşılaştım.” [1]
Uluçay’ın sinemayla karşılaşması, içinde dönüp duran, ona bir başka dünyanın kapısını aralayan anlatıların fitilini ateşleyecek ve Uluçay bu tutkuya ömrünü verecektir. Arkadaşı İsmail Mutlu ile sinema makinesi yapmaya karar verdiğinde on bir, on iki yaşlarındadır. Topladıkları film parçalarını birleştirerek köyde küçük gösterimler düzenlerler. Sinema tekniğine dair ne bulursa okuyan Uluçay, İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu’yla birlikte “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu kurar.
Ahmet Uluçay yıllar boyu maişet derdiyle inşaat işçiliği, kamyon şoförlüğü, tavukçuluk gibi çeşitli alanlarda çalışır. Kırk yaşın eşiğine geldiğindeyse Almanya’da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları eski bir betamax video kamerayla ilk filmi Optik Düşler’i (1993) çeker. Ardından Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak (1994) ve Minyatür Cosmosda Rüya (1995) filmleri gelir. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde gün yüzüne çıkan kısa filmleriyle Ahmet Uluçay dikkatleri çekmeye ve ödülleri toplamaya başlar. Bizim Köyün Orta Yeri Sinema (1995) adlı belgesel çalışmasını İnci Deniz Dibinde (1996), Epileptic Film (1998) adlı kısaları ve Bizim Köyde Bayram Sabahı (1998) adlı belgeseli izler. Uzun Metrajın Resmi (1999) ve Exorcise (2000) filmlerinin ardından nihayet ilk uzun metraj çalışması Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002) filmini çeker. Kısa filmlerinin ardından uzun metrajıyla da ulusal ve uluslararası yarışmalarda birçok ödülü kucaklar.
Uluçay 2007 yılında çekimlerine başladığı, fakat sağlık sorunları sebebiyle yarıda bıraktığı Bozkırda Deniz Kabuğu filmini şöyle tanımlayacaktır:
“Tevrat, İncil, Kur’an’la ilgili metaforlar ve ritüellerle dolu… Yakup ve Yusuf kıssasının sinema versiyonu… Anadolu’ya özgü bir bozkır Arkadia’sı… Bir bozkır şehrayini… Bir periler düğünü…” [2]
Uluçay başından beri yapmayı istediği, Küller ve Kemikler anlatısının da omurgasını oluşturan asıl filmini, Bozkırda Deniz Kabuğu’nu bitiremeden hastanede beyin tümörü tedavisi görürken zatürreye yakalanır ve 30 Kasım 2009’da dünyaya gözlerini kapar.
Çocukluk Mahzeninde Bir Hayâlbaz
Ahmet Uluçay için anlatı, imkânsızlıklar içinde geçen ömrünün biricik sığınağıdır. Dünya onu her köşeye sıkıştırdığında çocukluk mahzenindeki hayâlbaza kaçar: “Gölgeler tek oyuncağımdı ve köy duvarları gölgelerin oynaştığı mistik ve fantastik bir sinemaydı.” [3] Uluçay “anlatı ormanı”ndan handiyse hiç çıkmaz. Çocuk için oyun ne ise Ahmet Uluçay için de bir film, bir roman odur. Burada Eco’nun çocuk ve oyun ile okur ve anlatı arasında kurduğu analojiye değinilebilir:
“Bir anlatı ormanında gezinmek, oyunun çocuk için gördüğü işlevi görür. Çocuklar oyuncak bebeklerle, tahtadan atlarla ya da uçurtmalarla, fiziksel yasaları ve bir gün ciddi olarak yerine getirecekleri eylemleri daha yakından tanımak için oynarlar. Aynı şekilde, anlatılar okumak, gerçek dünyada gerçekleşmiş, gerçekleşmekte ve gerçekleşecek olan uçsuz bucaksız şeylere bir anlam vermeyi öğrendiğimiz bir oyun oynamak demektir.” [4]
Hiçbir zaman oyundan/filmden/romandan uzak yaşayamayan Uluçay, ya hiçbir kalıba sığmayan, saf, bâkir iç âleminin mümbit harcından kardığı hayâlâtla kendi anlatısının içindedir ya da adeta yazarıyla/yönetmeniyle tekrar kurgularcasına durmaksızın okuyarak/seyrederek bir başka anlatının içindedir; ama hep anlatılarladır. “Okurken başımı alıp götürecek bir kitabım da yok. ‘Adsız Ülke’ dün bir daha bitti (Belki beşinci kez okudum).” [5] Anlatılar içerisinde kendini arayan Uluçay, ne yapar eder içindeki hikâyeleri, fikirleri anlatmanın bir yolunu bulur.
Sinemanın, resmin zengin çocukların harcı olduğunu düşünen ailesinin karşı çıkışları ve yasakları onu edebiyata yönlendirir. “Hep bir günce yazmak istedim. Bir kalem ve bir defteri aradığım zaman elimin altında bulabilecek kadarcık olsun hayatımda bir düzen olmadı.” [6] Ahmet Uluçay’ın ancak kırk beş kırk altı yaşlarında (13 Mayıs 2000 tarihinde) başlayabildiği güncesine düştüğü ilk ifadelerdir bunlar. İçindeki sinema tutkusu peşini hiç bırakmazken, filmlere, romanlara, anlatılara sığınması Ahmet Uluçay’ı ayakta/hayatta tutan yegâne unsurdur.
“Romanlar okuyarak, gerçek dünyayla ilgili bir şeyler söylemeye çalıştığımız an bizi kuşatan o kaygıdan kurtulmuş oluruz. Anlatının tedavi edici işlevi ve insanların insanlığın başlangıcından bu yana öyküler anlatmalarının nedeni budur. Bu, aynı zamanda mitlerin de işlevidir: Deneyimin düzensizliğine biçim vermek.” [7]
Küller ve Kemikler’in baş aktörlerinden, içinde dünyadan âzâde yaşattığı, çocukluk mabedinden onu selâmlayan Yakup’la iç söyleşisi de bir bakıma anlatının iyileştirici gücünü imler:
“Niye yazmayayım ki Yakup, diyorum. Yazdığım sürece sana kaçıyorum, sana konuk oluyorum. Sen gözlerini ödünç veriyorsun bana. Öyküler anlatıyor, hayatı yaşanılır kılıyorsun. Hayatı çıplak gözle görmeye tahammülüm yok.” [8]
Anlatılarla nefes alan Uluçay, yokluğun/yoksulluğun kendisine açtığı alanda sınır tanımaz bir çocuktur adeta. Her şey onun film evreninin bir parçası sayılabilir: Ay, gece, yıldızlar, dağlar, gölgeler, kediler, kuşlar, korkular, inançlar, tutkular, imkânsızlıklar…
“Gece Şerif’in anlattığı hikâye hâlâ kulaklarımda. Bir zengin baba, çocuğuna yoksulluğun ne demek olduğunu öğretmek için gezmeye götürür. Ona yoksulların yaşamını gösterir. Sonra da çocuğuna aradaki farkı sorar. ‘Bizim bahçemizin sağlam, yüksek duvarları var, onların bahçesini çevreleyen duvarları, yüce dağların ufku.’ ‘Bizim bahçede havuzumuz var, onların sonsuz dereleri…’ ‘Bizim kristal avizelerimiz var, onların sayısız yıldızları…’ ‘Evet’ dedim Şerif’e ‘Biz daha zenginiz. Onların her şeyi var, bizim ölçüsüz çılgınlığımız…’ ” [9]
Uluçay bu ölçüsüz çılgınlığın verdiği cesaretle imkânsıza talip olur. İmkânsızın içindeki imkânı her şeyden vazgeçerek, isteğini birleyerek kucaklar.
Uluçay’ın “Anlatı Ormanı”ndan Süzülen Hikâyeler…
Uluçay, fikirlerini, senaryolarını, hikâyelerini pervasızca paylaşır. Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı’ndaki yumurta hikâyesi bunlardan sadece birisidir:
“Mayıs Sıkıntısı; Kasaba filmini çekerken gözlemlediğim şeylerden ortaya çıktı. (…) Kütahya’da yaşayan kısa filmci arkadaşım Ahmet Uluçay’ın çocukluğuna ait anlattığı bir hikaye vardı. Bu hikaye de çok hoşuma gitmişti, bu hikayeyi de bir şekilde senaryoya enjekte etmek istedim. Ve ortaya böyle bir senaryo çıktı. Bu senaryoyu sonra Ahmet Uluçay’la beraber üzerinde 3 gün çalışarak biraz cilaladık.” [10]
Ceylan gibi Yüksel Aksu da Uluçay’ın hikâyelerinden nasiplenir; Uluçay hakkındaki görüşlerini ise samimiyetle ifade eder: “…Ahmet hikâye ormanı gibidir. Her gün sabahlardık, dört sene sinema okumuşum, master’ımı yapıyorum. Adamın birikimi bende kompleks yapıyor! Bari dur edebiyattan vurayım diyorum, adam ne Tolstoy, ne Dostoyevski bırakmış!” [11] Uluçay, hayatı boyunca içinde damıttığı hikâyeleri, anlatıları, etrafındakilerle paylaşmaktan hiçbir zaman çekinmez. Ömrünü verdiği bu hikâyeleri bir bir uçurur. Onlar kanatlandıkça yeni hikâyeler peyda olur. Kurgucu Mustafa Preşeva, Ahmet Uluçay’la sinemacıların uğrak yerlerinden Cihangir Asmalı Kahve’deki bir anısını şöyle anlatır:
“Uzun metraj filmlerinden bir karesini bile çekmeden namı çok büyüktü. Yani namı ondan önce geldi. …Ahmet’le geldik orda, oturuyoruz. Birden hava durdu. (…) Etrafındaki herkesin kulağı böyle kabarıyor: Ne diyecek? Ne diyecek? Adam dopdolu… Tutamıyor kendini, döktürüyor, fikirlerini, senaryolarını… Masanın altından basıyorum ayağına… Ahmet bir sus, çalacaklar fikirlerini. Ama tabii ki Ahmet’in tarzı… Kimse taklit edemez onu. Teknik olarak taklit edebilirsiniz ama ruhsal olarak taklit edemezsiniz.” [12]
Bu bağlamda Kültür ve Turizm Bakanlığı 2019-2 sayılı Destekleme Kurulundan film yapım desteği alan Uluçay’ın yarım kalan çalışması Bozkırda Deniz Kabuğu’nun -her ne kadar yönetmenin izlerini taşısa da- Uluçay filmografisi içinde değerlendirilemeyeceği aşikârdır. Zira malzeme Uluçay’ın olsa bile hamuru bir başkası yoğuracak ve ortaya bir başka terkip çıkacaktır.
Vefatının ardından Uluçay’a ait pek çok şey de kayıplara karışır. Resimleri, kısa filmleri, filmlerinde kullandığı eşyaları, hatta romanı yiter gider ve Ahmet Uluçay’ın anlatıları/anlatı unsurları mirî malı gibi dört bir yana dağılır. Uluçay’ın pervasızca saçtığı tohumlar kim bilir ne vakit, nerede, nasıl çiçek açar… Ümit edelim ki Uluçay’ın Optik Düşler filminin başındaki ifadesinden mülhem bu tohumlar, “yüreğinde hemşehrilikler bulunduğuna inandığımız sinemanın şövalye ruhlu çocuklarına” ulaşsın ve Uluçay’ın emaneti yerini bulsun.
“Bir Çağdaş Keloğlan” ya da Küçük Bir Prometheus
Uluçay, her türlü imkânsızlığın içinden bir imkân çıkarmayı başarır. Hayatında set görmemiş bir adamken film çekmek için kolları sıvar, başarır da; hem de yıllarca set tozu yutmuş onca ismin arasından sıyrılarak, Türk sinemasına taptaze bir kan taşıyarak.
“Seyrettiğim filmlerin hepsini sürekli yeniden kafamdan çekerdim. Kamera nerde, ışık nerde, oyuncular nerde… Onların hepsini kafamda böyle yerine koyar, tekrar onu yeniden sahneye koyardım. Ve ben bunu hep yaptım. Aralıksız yaptım, devamlı bunu yaptım, yalnız bunu yaptım.” [13]
Uluçay aslında hayata hep bir yönetmen gözüyle bakmış, hayat ve sinema arasına hiçbir sınır çekmemiştir. Onun hikâyesi, tutkunun ancak alın teriyle, yüksek bir gayretle, özveriyle birleşerek deha adını alabileceğini yineler. “Olympos’tan tanrıların ışığını çalan küçük bir Prometheus’dum. Şehirlere, kasabalara özgü sinemanın o büyülü ışığını, küçücük avuçlarımın yanması pahasına kapıp getirdim. Avuçlarımda o yanık izlerini taşımaktayım hâlâ…” [14] Uluçay’ın avucunda taşıdığı sinema ateşi son nefesine dek onu terk etmez. Biricik hazinesini, ömrünü, vaktini sinemaya adayarak sinemayı yeniden icat eder. Hasanali Yıldırım “bir çağdaş Keloğlan” şeklinde nitelendirdiği Uluçay’ın yaratıcılığının zeminine şu sözleriyle işaret eder:
“İmkânsızlık ve (ilginçtir) sinemanın tekniğine dair ‘akademik’ bilgisizlik, Ahmet Uluçay’ın yaratıcılığının zeminini teşkil eder. (…) Uluçay, gömleğindeki eksik düğmeyi göremeyen değil, o eksik düğmeyi, ciğerinden koparmaktan sakınmadığı bir parçayla giderebilen bir şahsiyet. Yüzyılda bir gelen bir müstesna. Bizim hikâyenin ve romanın inceliklerine dair malûmatımızın yekûnunu o tahassüsle keşfedebiliyor.” [15]
Sezgileri, samimiyeti, feraseti, tutkusu ve gayreti Ahmet Uluçay’ın kılavuzudur. Uluçay’ın kendine has bakışıyla her anlatıyı yeniden yazarcasına ya da her filmi yeniden çekercesine yorumlayışı, Anadolu sahasındaki tercüme-telif eser mantığını hatırlatır. Öyle ki Uluçay her okuduğunu, her izlediğini, her duyduğunu kanıyla, canıyla yeniden inşa ederek kendinin kılar.
“Burada, Kütahya ili, Tavşanlı ilçesi, Tepecik köyünde küçük bir Cinecitta’m var. Ben burada gere gere sinema yapıyorum, kopara kopara, kanıra kanıra sinema yapıyorum. Yoksa siz beni köy düğünü mü çekip geldi sandınız?” [16]
Sinema camiası ile birlikte muhiti de onu benimsemez. Oysa Uluçay, önüne taş koyan, onu dışlayan, anlamayan, ezeli bir gurbete mahkûm eden muhitinden hiçbir vakit ayrılmayı düşünmez. Sık karşılaşılmayan bir tutumla kıyasıya eleştirmekle birlikte muhitini benimser. Hayâl ikliminde oradan oraya dolaşıp dursa da tek ayağı sabittir. Ayşe Şasa’nın “kendi medeniyetiyle organik bir bağı var” [17] şeklinde nitelediği Ahmet Uluçay, nerede durduğunu hiçbir zaman unutmaz. Bu yüzden kendi dünyasını kurmayı başarır ve işleriyle Türk sinemasında kendine has bir dil inşasının imkânlarını kurcalar.
Hem sağlığında hem de vefatı sonrası Ahmet Uluçay üzerine pek çok metin kaleme alınır. [18] Küre Yayınları, bunlar arasında müstakil olarak Ahmet Uluçay sinemasına yoğunlaşan çalışmalara yer veren tek yayınevidir. Küre, Ekim 2010 tarihinde Yönetmen Sineması: Ahmet Uluçay derlemesini, Kasım 2015’te ise Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak senaryosunu, aynı tarihte Küller ve Kemikler (Yaydırıbya Öyküleri) başlığı altında Uluçay’ın Bozkırda Deniz Kabuğu filminin senaryosunu yazma sürecini de içeren “…türü kendinden menkul. …teknik bakımdan rahatlıkla postmodern kategorisine” [19] dahil edebileceğimiz sıra dışı anlatısını yayımlar. Mart 2016’da ise Barış Saydam’ın özenli çalışmasıyla Uluçay hakkındaki metinleri toparlayarak (bir bibliyografya eşliğinde) Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Ahmet Uluçay Derlemesi adıyla okuyucuyla buluşturur. Küre’nin bu çabaları, Türk sinema literatürü içerisinde Ahmet Uluçay’a hakkını teslim etme girişimleri şeklinde değerlendirilebilir.
Kimselerin anlamadığı, elinden tutmadığı Uluçay daima gurbet duygusuyla hemhâl “bir garip keloğlan” olarak geçip gider dünyamızdan. Kabuğuna sığmayan, kabuğunu çatlatmaktan hiçbir vakit imtina etmeyen bir düş çocuğu olarak Uluçay, her nefesinde hep bir başka dünyanın imkânını arar.
Sonuç
Ahmet Uluçay’ın hayat hikâyesi de filmleri gibi bir anlatı şeklinde değerlendirilebilir rahatlıkla. Öyle ki ne zaman Ahmet Uluçay adı anılsa bu anlatı, filmlerini gölgede bırakır. Filmlerinin asıl okurunu bulamayışı da bundan kaynaklanır.
Uluçay filmleri karşısında seyircide genellikle, Eco’nun kavramlarını ödünç alırsak, “ampirik okur” tavrı egemendir.
“Ampirik okur metni birçok biçimde okuyabilir, üstelik ona nasıl okuması gerektiğini belirtecek bir yasa da yoktur; çünkü çoğunlukla bu okur metni, metnin dışından gelen ya da metnin onda rastlantısal olarak uyandırdığı tutkularının bir mahfazası gibi kullanır.” [20]
Otobiyografik öğeleri de içerdiğinden Ahmet Uluçay’ın filmleri, çoğunlukla hayat hikâyesinden bağımsız okunmaz. Tam da bu sebeple Uluçay filmleri “örnek okur”unu bulamamış denilebilir: “Basın geliyor, hazırlanmış bir metinle tabii. Ben daha ilginç şeyler söylüyorum. Onlar köylü sinemacının başarısının peşinde.” [21] Aslında sinema serüveninin başından beri büyük bir tutkuyla çekmeyi istediği Bozkırda Deniz Kabuğu yerine belli ölçüde otobiyografisi sayabileceğimiz Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin çekimlerine öncelik verilmesi de Uluçay’ı çepeçevre kuşatan ampirik okur yaklaşımıyla bağlantılıdır. Eco’ya göre anlatı oyununda yalnızca kendisini ilgilendiren olaylar ve duygular arayan ampirik okur, metni yorumlamış değil, kullanmış olur. Oysa “…oyunun kuralları vardır ve örnek okur oyunda kalmayı bilen kimsedir.” [22]
Eco “örnek okur”u, “…metnin, işbirliğine gidecek biri olarak öngörmekle kalmayıp, aynı zamanda yaratmaya çalıştığı bir okur tipi.” [23] şeklinde niteler. Uluçay’ın hem sağlığında hem de vefatı sonrası yazılıp çizilenlerde örnek okurun izini sürmek doğrusu bir hayli güçtür. İnsanlar çoğunlukla kendi kurdukları Ahmet Uluçay anlatısının peşindedirler, Uluçay’ın anlatılarının değil. 90 sonrası yönetmenler kuşağında adının anılmamasının ya da hızlıca geçiştirilmesinin sebebi de Uluçay filmlerinin hâlâ “örnek okur”unu bulamayışında aranmalıdır. Elbette geride sadece bir uzun metraj çalışması bırakmasının bunda payı büyükse de Uluçay’ın ustalığının asıl emareleri uzun metraj çalışmalarının birer minyatürü gibi düşünülebilecek kısa filmlerinde kendini gösterir.
Sinemayla nefes alan bir muhayyilenin ürünlerini bir yolunu bulup seyircisiyle buluşturan, engel tanımayan bir tutkunun ve dehanın taşıyıcısı olarak Ahmet Uluçay, inceden inceye tetkik edilmeyi bekleyen her bir çalışmasıyla hâlâ “örnek okur”unu arayan bir yönetmen. Bilhassa kısa filmlerinin ayrıntılı tahliliyle, “Türk sinemasının o korkunç, kurşun rengi benliksizliği. Anlatılan şeylerle anlatılış biçimi arasındaki hazin iletişimsizlik. Muhteva ile şekil arasındaki ürkütücü kopukluk…” [24] gibi sorunların Uluçay tarafından nasıl aşıldığı ve Türk sinemasının üslup arayışlarına ne gibi öneriler sunduğu görülebilir.
Ayşe Pay
*Bu yazı, ilkin Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi (TALİD ) için kişi-tanıtım kategorisinde hazırlanmış, Uluçay’ın filmografisine ek olarak Uluçay ve filmografisi üzerine bir bibliyografya çalışmasıyla birlikte yayımlanmıştır. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt 19, sayı 37, 2021/1, s. 189-210.
[1] Seray Genç ve Eren Serim, “Ahmet Uluçay ile Söyleşi: ‘Çekmesem Çıldıracaktım’” (Yeni Film 6, sy. 6, Temmuz-Eylül 2004), Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, Barış Saydam (der.), İstanbul: Küre Yayınları, 2016, s. 59-60.
[2] Ali Özuyar, “Kısa Filmci Ahmet Uluçay: ‘Benim Sinemam Anarşist Bir Sinema’” (Siyah Beyaz, 16 Şubat 1997), Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, Barış Saydam (der.), s. 38-39.
[3] Ahmet Uluçay, “Ben, Köyden Gelen Sinemacı…” (Antrakt, sy. 42, Mart 1995), Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, Barış Saydam (der.), s. 15.
[4] Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, 2. baskı, çev. Kemal Atakay, İstanbul: Can Yayınları, 1995, s. 100.
[5] Ahmet Uluçay, Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?: Günce, İstanbul: Küre Yayınları, 2018, s. 187.
[6] Uluçay, Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?, s. 9.
[7] Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, s. 100.
[8] Ahmet Uluçay, Küller ve Kemikler, İstanbul: Küre Yayınları, 2015, s. 14-15.
[9] Uluçay, Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?, s. 81.
[10] “Nuri Bilge Ceylan’la Söyleşi: ‘Üçlemenin Sonuna Geldim’ ”, Burçin S. Yalçın, Popüler Sinema Dergisi, Aralık 1999, 10.07.2019, http://www.nuribilgeceylan.com/movies/mayis/press_sinemaburcininterview.php [Erişim Tarihi: 02.01.2021].
[11] Saydam (der), Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, s. 200.
[12] Başrol: Ahmet Uluçay (Habertürk Belgesel Ekibi, 2018), 28:31-29:33 aralığı.
[13] İntihar Ederdim (Dilek Taşdemir belgeseli, 2007), 5:47-6:05 aralığı.
[14] Uluçay, “Ben, Köyden Gelen Sinemacı…”, s. 14.
[15] Hasanali Yıldırım, “Bozkırın Orta Yerinde Aranan Yitiril-me-miş Deniz Kabukları”, Gerçek Hayat, 27 Mayıs 2019..
[16] Uluçay, “Ben, Köyden Gelen Sinemacı…”, s. 15.
[17] “Ayşe Şasa: ‘Yeşilçam’daki Tüm Acılarım Silindi’ ”, 7 Ekim 2008, Söyleşi: Tuba Deniz, Ayşe Şasa,Yeşilçam Günlüğü, 3. baskı, İstanbul: Küre Yayınları, Ocak 2010, s. 168.
[18] Ahmet Uluçay’la ilgili makale, eleştiri, söyleşi ve kitaplar yazının sonundaki bibliyografyadan takip edilebilir. Uluçay’la ilgili gazete yazılarını da içeren ayrıntılı bibliyografya için bkz. Barış Saydam (der.), Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, İstanbul: Küre Yayınları, Mart 2016.
[19] Hasanali Yıldırım, “Bozkırın Orta Yerinde Aranan Yitiril-me-miş Deniz Kabukları”, Gerçek Hayat, 27 Mayıs 2019.
[20] Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, s. 15.
[21] Salih Pulcu, “Ahmet Uluçay: ‘Sinemayı Ben İcat Edecektim’” (Anlayış, sy. 28, Eylül 2005), Karanlıkta Işığı Yakalamak: Bir Uluçay Derlemesi, Barış Saydam (der.), s. 96.
[22] Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, s. 16.
[23] Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, s. 15.
[24] Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü, s. 62.