Hac yolculuğuna çıkacak kişinin, yakınlarıyla helâlleşmesi, üzerindeki insan yükünü indirip hafiflemesi gerekir. Kul hakkı ile bu kutlu ibadete leke düşürmeme çabası, yolun ilk rüknü. Bunun usûlen ya da kalben yapılması arasındaki tercih, yolcunun kendisine kalmış. Semih Kaplanoğlu, Bağlılık Hasan (2021) filminde, karısının arzusuyla hacca niyet eden, insanlarla helâlleşme fikrine “ne yaptım ki ben” duygusuyla sıcak bakmayan Hasan’ın sade ve sıradan hayatına ayna tutar. Çiftçilik yapan Hasan’ın durmaksızın koşturmasına, alın teriyle çalışıp son derece iri ve pürüzsüz elmalar yetiştirmesine tanık oluruz ilkin. Fakat detaya inince kapitalist düzenin, tüketim toplumunun çürümüşlüğü, devlet ve bürokrasi çarkının kötücül işleyişi gözler önüne serilir. Kamera, yüksek dozda kullanılan zehirli tarım ilaçları yüzünden ölmüş bahçedeki cansız kuş ve kedi bedenlerini gösterir bize. İnsanlığın tarihi, insanın haklı çıkmak için icat ettiği gerekçelerin tarihidir bir bakıma. Bu acımasız dünyada ayakta kalabilmenin başka bir yolu yoktu, şartlar bunu gerektiriyordu diyerek öne sürülen bütün eylemler ve fikirler, ruhun en karanlık yerinden çıkıp geliyor. Şikâyet etmeyle ayak uydurmanın derin bir uyum içinde olduğu ölü ruhlar dünyasını el birliğiyle böyle kuruyoruz. Ingeborg Bachmann’ın Malina’da, “Toplum savaştan bile daha kanlı bir arena” dediği, tam da burası.
En çetin yüzleşmenin kardeş hukuku üzerinden yapıldığı filmde, babanın vefatından sonra kalan tarlaların paylaşılmasında belli ki hakkaniyete riayet edilmemiş. Hasan’ın söze gelmeyen ama hissiyatı filmin içine ustaca sindirilmiş küçük oyunlarıyla, verimsiz alanların çoğu ağabeye gitmiş. Hukuka bir şekilde uydurulan arazi paylaşımının helâl olup olmadığını önemsemeyen, ağabeyinin itirazlarını dikkate almayan Hasan, ömür boyu süren kırgınlığın müsebbibi olarak da görmemiş kendini. Vicdana sığmayan paylaşımı meşru görmenin bir yolunu bulmuş demek ki. Karısı Emine’nin ağabeye gidecek elmaları aşırı bir özenle silerek hazırlaması da, olanlara tanık olmanın ve göz yummanın getirdiği huzursuzluğun, affedilme arzusunun görüntü diline aktarılması. Her zaman karşılaşılan bir durum bu; maşeri vicdanı yaralayan nice kararlara yapılan itirazlar, “elimizdeki hukuk bu kadar” denilerek geçiştiriliyor. Oysa elde olanın bile gayri meşru yollardan delinmesine, esnetilmesine, meselâ katillerin bile kolayca salıverilmesine şahit oluyoruz.
“Çok şükür kimseye bir kötülüğümüz dokunmadı” rahatlığıyla ağabeyine doğru yola çıkan Hasan’ın içindeki ukteleri geniş açılarda çekilmiş tarlalarda, rüzgârın şahitlik eden sesinde, toprağa hızla inen yağmurda seziliyor. Hasan’ın kimsenin bilmediği küçük karanlık yanlarının belirginleşmesine doğanın kendi seslerinin eşliğinde vakıf olmak, seyircinin iç aydınlanma yaşadığı anlar.
Aileye ait meseledeki muğlaklık, başka bir olayda haksızlığın işlem basamakları olarak tümüyle ifşa edilir. Devlet görevlileri Hasan’ınki de dâhil, ekili arazilerden bazılarını elektrik trafosu kurmak için seçmiştir. Hesap kitapla tespit edilen alanların değişmesinin mümkün olmadığı kat’i bir dille bildirilir. Hasan rüşvet vererek imkânsız denilen değişikliği yaptırır ve trafonun komşudan geçmesini sağlar. Bu noktada filmde enerji elde etmek için seçilen yöntemlere, yapılanmasındaki adaletsizliğin sorgulanması gereken bürokrasiye ve kişilerin hak elde etmek ya da hakkını korumak için başvurduğu rutin yollara dair köklü bir eleştiri var. Toplumda birçok insanın -gücü yetiyor ve elinden geliyorsa- bu yollara saptığı gerçeği, izleyicinin yabancısı değildir. Bunu başkasına ya da ülkesine kötülük yapmaktan çok, kendi çıkarını kollama hakkı olarak düşünmek de neredeyse toplumsal bir değer.
Hasan’ın yetkililere verimsiz ve kıymetsiz olarak tanımlayarak alternatif diye gösterdiği arazi, bir ailenin yaşam alanıdır. Değerli/değersiz algısının göreceliliği, filmin temel eksenlerinden biri. Bir nesneye, mekâna, yaşam biçimine atfedilen değer; insanların bakış açısına, çıkar duygusuna, rol dağıtanların etkinliğine göre değişir çünkü.
Filmin açılış sahnesinden söz edebiliriz artık. Trafonun sinsice kaydırıldığı komşu tarlanın sapsarı rengi, duru canlılığı… Bir kenarında bütün yaşamı kucaklayıp içine alacak kadar gölge veren ağaç. Gölgenin nazara verilmesi, doğrudan cennette vaat edilen serin, sade ve asude hayata gönderme sanki. Sanıldığının aksine şatafattan, âlâyi valâdan çok uzaklarda bir yalınlık. Ağacın altında yemek yapan genç bir kadın, çinko çaydanlık, hamakta uyuyan çocuk, abdest alan baba ve kuyudan su çekip getiren kardeş… Bütün faniliğine rağmen sevdiğimiz, bir vakit gölgelenip terk edeceğimiz dünya hayatının içinden yükselen huzurun temsili. Tamahkâr olmayınca kalbin anlamının daha çok ortaya çıkacağına işaret eden bir sahne. Trafo için ağaç kesilince gölgenin de yok olması, izleyicide yaşamın sona ermesine eş bir duygu oluşturuyor. Böylece mekânla ilişkimizi tartışmaya açan sahnede gölge, bir metafor olarak filmin en zirve rollerinden birine bürünmüş.
Vukuatları bitmiyor hac yoluna çıkan “günahsız” Hasan’ın. Aldığı kredi borçlarını ödeyemeyince tarlasını kayyuma devretme noktasına gelen komşusundan, araziyi ölü fiyatına alma çabası var sırada. Bu fikri verenin de hac arzusuyla yanıp tutuşan karısı olması çok manidar. Tarla sahibinin eşi bir dertleşme sırasında üzüntüyle ağzından kaçırmıştır durumu. Kocasına abisiyle helâlleşmesinin iyi olacağını söyleyerek tövbeye vurgu yapan kadın, bir başka hak yemenin zeminini döşemekten kendini alamaz. Tövbenin karmaşık doğası, köklü bir değişim ve dönüşüm gerektiren derinliği bu sahnelerde açığa çıkar. Burada da zımnen “biz yapmasak nasılsa başkası yapar” düşüncesi vardır ki insanın en çabuk düştüğü kuyudur. Bütün kötülükleri ve hak ihlâllerini meşrulaştıran sinsi iğvaları teşhir eden ince göndermeler var filmde.
Yerel ve evrensel çoklu okumalara imkân veren Bağlılık Hasan, sinemanın görüntü dilinin, kelimelerin yetersiz kaldığı kuytulara ulaşabilmesinin kıymetli bir örneği. Filme derinliğini veren sembolizme ve metaforlara kısaca değinmek lâzım.
Ses: Film boyunca esen rüzgârın uğultusu, insanın yaratıldıktan sonra başıboş bırakılmadığının işareti gibi evreni kuşatıyor. Dünyanın dönerken çıkardığı uğultuyu hatırlatan bir özne sanki rüzgâr. Yağmurun, düşen elmaların, yürüyen kaplumbağanın çıkardığı sesler, topraktan gelen ince çıtırtılar; yaşadığımız dünyanın her zerresinin hayatiyet ve şuur sahibi varlığına bakışımızı inceltip üzerimizdeki perdeleri aralıyor.
Rüzgâr: Varolan canlıların sesini, tozunu, kokusunu, haberini, inilti ve hıçkırığını ötekine taşıyan bir elçi. Sessizliğin içinde kaynayan kalplerin sesi. Gizli saklı bütün duyguları çıkarıp savuran, uyaran; her şeyin duyulduğunu, görüldüğünü bildiren ses. Dünyayı mülkü sananların pervasızlığına karşı, mülkün sahibini ve başka canlıların varlığını hatırlatan esinti. Rüzgârla birlikte birçok seyircinin içinden Niyazi Mısri, Yunus Emre, Harakani, Rumi mısralarının akışı, geleneksel hikâyelerin özü hızla geçit yapmıştır.
Su: Filmin başında kuyudan masum bir çocuk tarafından çekilen suyun berraklığı, çocuğun sudaki saf ve duru aksi, ahseni takvim üzere yaratılışı hatırlatıyor. Bu sahneyi, su ile başlayan hayata, insana emanet edilmiş olan doğaya ve tertemiz kaynaklara işaret olarak okuyabiliriz.
Elma: Sayısız seçenek içinde Hasan için elma bahçesinin uygun görülmesi tesadüf değil elbette. Her türlü nimetle çevrelenmiş insanın cennetten düşüşüne yol açan yasaklar bu dünyada da geçerli. Sınırların ihlâlini temsil eden elma ağaçları, cennetten sonra burada da uyarıcı görevini sürdürüyor. Elma yüklü dalların rüzgârdaki salınımları, dünyevi ve ilahi olan iki dünya arasında şaşkınca dolaşan insana bir gönderme gibi duruyor. Şiddetli rüzgârda elmaların hızla Hasan’ın üzerine düştüğü uyarı dolu sahne, şiddet ve cezalandırmadan çok, “Rabbin seni unutmadı” ayetinin tecellisi sanki.
Kâbe Maketi: İnsanların haccın rükünlerini öğrenmek üzere maketin etrafında döndüğü sahne tüyler ürpertici. Filmin hacla irtibatlanması hiçbir zorlama olmadan doğallıkla gerçekleşmiş. Kültürümüzde hacca gidip aklanma, yenilenme, günahlarından kurtulma arzusu çok yaygındır. Dinin bir vecibesi ve farzıdır da zaten. Ölmeden evvel ölmeyi öğreten ölüm rabıtasının da şahikası sayılan hac ibadeti, karton bir maket etrafındaki prova gibi sahicilikten uzak olabilir. İçi boşalan, görüntüde ve sözde kalan karton dindarlıklar için olağanüstü güzel bir görsel temsil.
Unutuş: Ağabeyine vardığında karşılıklı otursalar da onunla iletişim kuramaz. Hafızasını bütünüyle kaybetmiş ve karısını bile hatırlayamaz hâle gelmiş ağabeyi, Hasan için artık onulmaz bir yaradır. Olup bitenler için af dileme, helâlleşme, kucaklaşma imkânı ortadan kalktığından her şey büyük unutuşa ve unutuluşa gömülüp gitmiştir. Konuşmanın bir türlü gerçekleşememesi ağır bir yüke dönüşür. Bunu Hasan’ın dik bir yamaçta, sınırları belirsiz bir tarlanın ortasında tek başına kalışından anlarız.
Akıldan çıkmayacak sahnelerle dolu olan film, insanın yavaşlamadıkça fark edilmeyen ağır kayıplarını göstermek için çekilmiştir sanki. Kuşların, gölgelerin, hafızanın, kardeşliğin; helâl, bereketli ve mübarek olanın yitip gittiği dünyaya işaret eder.
Yıldız Ramazanoğlu