Tepecik’in hemen girişinde Ahmet Uluçay’ın buluşmamızı istediği kahvenin yerini sorduk. “Yoldaki beyaz çizgiyi takip et, çizginin bittiği yerdedir kahve.” dedi yol gösteren amca. Yolun ortasındaki kaldırım taşları beyaza boyanmış, ip gibi akıp gidiyor. Bir sağ, bir sol, ikinci soldan sonra beyaz şerit yolun ortasından çıktı, soldan akmaya başladı. Kahvenin yola çıkmış masalarının arasında yol göstericimiz beyaz şerit kayboldu. Beraber seyahat ettiğimiz arkadaşlara “Bir Uluçay filminin içinde yol alıyoruz galiba,” dedim, “İsmi ne bu filmin?”.
Ahmet Uluçay bir sinema yönetmeni, ama bildiğimiz yönetmenlerden değil. Hayata beyaz perdeden bakan biri. Düşle gerçeğin, öte dünya ile bu dünyanın birlikte yaşadığı bir dünya onun dünyası. Sinemaya, sinemadan habersiz olduğu erken bir yaşta gönül vermiş biri. Kımıldayan her şeye tecessüsle bakan bir zihin. Kımıldamayanın içindeki kımıldayanı da arayan bir merak.
Ahmet Uluçay, İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu, Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu silahşörleri. Resim karelerinin nasıl harekete dönüştüklerini keşfeden, film şeridinin yüzeyindeki sesi duymak için binbir yol arayan, kendi projeksiyon makinesini yapan bir üçlü. Ellerine bir Almancıdan aldıkları 8 mm kör kamera geçmeseydi, onu da icat edeceklerini söyleyen iddia sahipleri. Maddi imkânsızlıkların hiçbir şekilde ye’se düşürmediği, bir şey olması gerekiyorsa, onu mutlaka olduran üç silahşör.
Tahta kutulu projeksiyon makinesinin merceğinin, alüminyum çerçeve üzerine yapıştırılan iki cam parçasının arasına enjektörle su zerkedilmesiyle imâl edildiğini söylersem, maddi imkânsızlığın hiç akla bile getirilmediği bir ortamın nasıl yaratıcı düşünceye yol açtığını daha iyi idrak ederiz.
Ahmet Uluçay sineması dil sorununu çözmüş, gerçek bir sinema. İlk çektiği kısa filmden, binbir zorlukla gerçekleştirebildiği uzun metrajlı filmine kadar gerçek sinema büyüsüne sahip bir sinema dili.
Uluçay, aldığı ödülleri önemsemiyor, ona göre bütün o ödüller onun hakkı. Bu şişkin bir egoyu değil, sinemasının ne olduğunun farkında olan bir özsaygıyı yansıtıyor.
Uluçay’a “Bol ödüllü bir filmin var, artık ekonomik darboğazı aşmışsındır,” diyorum. Erkan Mumcu aramış Kültür Bakanı iken, “Devlet bütün imkânları ile arkandadır” diye. Protokol anlaşmasının imzalanacağı tarihten bir gün önce Mumcu istifa etmiş. “Arkamdaki tek dayanağım, işte budur.” diyor Uluçay oturduğu plastik sandalyeyi işaretle.
Sinemayla tanışıklığın çocukluğuna kadar gidiyor. Kısa filmlerinden de anladığımız kadarıyla çocuğun hayal dünyasıyla, sinemanın hayret verici görsel büyüsü arasından bir benzerlik kuruyorsun. Hayaller senin için neyi ifade ediyor?
Ben çocukluğumdan beri sinema yapmak istedim. Ama sinema yapmak kolay değildi. O zamanlar keşke 8 mm’lik bir kameram olsaydı. Onunla da o işlerin kotarılamayacağını biliyordum; ama keşke olsaydı. Bunu yapamayınca roman yazdım. Ama yazdığım roman, dekupaja yani çekim senaryosuna benzedi. Ayrıntılar boğdu beni. Baktım ki sinema daha kolay olacak; çünkü gösteriyorsun, yetiyor. Anlatmak daha zor.
İlk filmini 35 yaşında mı çektin?
Evet.
Romanı kaç yaşında yazdın?
Romanı 1976’da, 22 yaşında yazdım.
Romanla film arasında çok uzun bir süre var 15-16 sene gibi. Bütün bu süreci nasıl değerlendirdin? İstersen oradan bir başlayalım.
İlk kısa filmi çektiğimde, “ben bu işi becereceğim” dedim, kendime güvenim geldi. O zaman başımın çaresine baktım. Uzun metraj nasıl çekebilirim? Benim için yol şöyle görünüyordu: Daha iyi filmler yapmak, daha iyi kısa filmler yapmak ve her festivalde dikkatleri üzerime çekmek. Gerçekten güzel kısa filmler yaptım. Hepsi göz kamaştırıcı filmlerdi. Biraz dikkat çekici, bakışları üzerine toplayıcı filmler yapayım, adım unutulmasın. Her festivalde bana ödüller verdiler. Günün birinde “uzun metraj film yapacağım” dediğim zaman kimse şaşırmadı.
Mesela ilk filminde hiç acemilik yok.
Ya, neden olsun? Her filmi televizyonda olsun, sinemada olsun, kameranın arkasından seyrettim. Hayatım boyunca hâlâ film seti görmedim. Benden istenen perdedeki görüntü. Göstericiyi kaldır, yerine kamera koy; aynı iş. Sürekli göstericinin yanında seyrettim filmi, yani kameranın yanında. Bu nasıl oluyor? Ben kurgu kavramını çok küçük yaşlarda keşfettim. Pat diye oradan oraya atlıyor kamera ve devam ediyor film. Filmler iki kamera ile mi çekiliyor; yok canım nerede! Türk sinemacısı kamerayı bulamıyor ki iki kamera bulsun. “Kameranın yıldırım hızıyla yer değiştirmesi nasıl oluyor?” sorusu beni kurgu kavramına götürdü. Ve inanamazsınız, Cecil B. DeMille’in On Emir diye bir filmi vardı; orada Musa’nın denizi yarma sahnesi var. Ya bu denizi nasıl yarar abi? İsmail ile oturduk ve keşfettik. Efekt kesiliyor; düşünebiliyor musun? Bunu böyle yapıyor dedik ve doğruydu bizim vardığımız sonuç. Bunu böyle yaptılar ve bunu böyle yapmış olmalılar.
O zaman dijital de yok tabi.
Yok canım. Ne gezer Hacı Ahmet’te! O zaman video yoktu. Dijital diye bir kavram yoktu. Ve şimdi düşünüyorum da, iyi bir adammışım çocukken de. İşimi biliyormuşum.
Kendini iyi biliyordun ki ilk filmlerin küçük metrajlı, büyük filmlerdi. Minyatür Kozmosta Rüya’yı çektin, İnci Deniz Dibinde’yi çektin. İlk seyrettiğim filmin Minyatür Kozmosta Rüya idi. O efektleri nasıl yaptığına inanamadım. Zaten ertesi günü atladım arabaya, buraya geldim. İnci Deniz Dibinde’yi bana burada sen seyrettirdin. Hatırlıyor musun o filmleri; o saçların hareket etmesi, cinlerin çocuğun saçına asılması…
Bir şeyi bir insan çok isterse Allah veriyor. Ama çok istemesi lâzım. Benim hiçbir çabam karşılıksız kalmadı.
Biraz onların yaratılış sürecini anlatsan. Dedin ya “denizin yarılmasını nasıl yaptıklarını anladım.” Mesela seninkileri nasıl bir akıl yürütmeyle yaptın? İsmail mi yardımcı oldu?
İsmail yardımcı oldu. İsmail’in inanılmaz bir el becerisi var. Onunkiler el filan değil; bir mucize. İnanılmaz bir şey İsmail’in elleri. O eller bende olsaydı…
O zaman ekip olmayacaktı.
İsmail’in el becerileri vardı. Ben sadece düşünüyordum tembel tembel. Kış boyu düşünüyordum. İsmail’e anlattığımda, el becerisiyle yapıyordu bütün bunları. İsmail olmasaydı, ben burada olmayacaktım. Şu anda sizlerle konuşuyor olmayacaktım eğer İsmail olmasaydı. Ha belki şu olacaktı, belki başka bir İsmail gelirdi yanıma.
Bu aslında karşılıklı bir şeydir. Sen olmasaydın İsmail olmayacaktı, İsmail olmasaydı sen olmayacaktın.
Diğer arkadaşım da öyle. Şerif; onlar olmasaydı bu şey olmayacaktı.
Geçenlerde Fatih Özgüven bir yazısında “dünya sinemasında birkaç yönetmen, yeni bir anlayışın öncülüğünü yapıyorlar” dedi. Bir tanesi Almodovar, ikincisi Kaurismaki ve üçüncü olarak senin ismini verdi. “Sinema yeni bir yere yönelecekse, bu üç yönetmen sayesinde yönelecektir” diyor.
Almodovar … Kaç paralık ki onları geçelim!
Sinema senin için nedir? Hayatınla sinema arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsun?
Ayıramıyorum. Hayatla sinemayı ayıramıyorum. Hangisi nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor, bilmiyorum. Böyle bir kesin ayrım yapamıyorum. Sinema biraz bayatlayınca, üç beş gün geçince bende bir nostaljik tat kazanıyor. Üç beş gün değil tabii; üç beş yıl, on yıl falan. Benim çocukluğumun en güzel dönemi, o gölgelerin terk edip gidişiyle son buldu. Neden öyle oldu? Elektrikler geldi, köyün tadı tuzu kalmadı. O zaman köydü ama; gerçek bir köydü. Daha mutluyduk. Gerçekten şimdi köyün tadı tuzu yok. Ben sürekli onlarla gezdim. Hâlâ öyle. Belki bu bir rahatsızlık. Olsun. Sürekli o dönemde uğraşıyorum. Köylüler gelseler, daha neler anlatacağım… Zaman, parmaklarımızın arasından sızıp geçen ve aşkla tutmanın mümkünü olmayan bir şey, bir su. Bunu durduramıyoruz. İnsanlarda beka duygusu vardır. Acaba diyorum, bunu sinema ile durdurabilir miyim? Bundan bir şeyler daha çalabilir, kurtarabilir miyim daha doğrusu. Her şey gidiyor, her şey eskiyor.
Hayatla sinema arasında sınır koymuyorum diyorsun; zor olmuyor mu?
Yaşamımı zorlaştırıyor. Adapte olamıyorum günümüze. Kimileri sinemaya ışık der; valla ben biraz karanlık diyorum. Karanlıkta ışığı yakalamak ya da. Geleceğimi de pek düşünmüyorum. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın ödül töreninden sonra ilk gösteriminde İstanbul Film Festivali’nde, bazı insanların ağlayarak salondan çıktıklarını gördüm. “Yahu arkadaş bunlar niye ağlıyorlar?” diye korktum. Ya ikinci filmde de aynı şeyi yakalayamazsam…
Karpuz Kabuğu’nun senaryo aşaması nasıl oldu? Senaryo ile film örtüştü mü, yoksa birtakım eklemeler, değiştirmeler yaptın mı?
Hayır. Hatta senaryoyu yazdıktan sonra bile daha güzel oldu. Karpuz Kabuğu’nda küçük birtakım efektler de yapmak istiyordum ben. Çok hoş efektler olacaktı. Adam filmin tümünü seyretse, orası aklında kalacaktı. Çok da büyük çalışmalar gerektirecek şeyler değildi. Yeter ki zamanım olsaydı. Neler yapacaktım neler… (Uluçay burada, düşündüğü sahneyi anlatıyor. Ama kendi isteği üzerine bu kısmı söyleşiye almıyoruz.)
Amerika’daki Tribeca Festivali nasıl geçti?
Amerika’da şey gibi oynattılar beni. Önce Apple Bilgisayarları var ya; reklam çekiminde beni çıkardılar. “Bilgisayar kullanıyor musun?” dediler. “Hayır” dedim, “sinemacı dijitale bulaşmaz.” Abi, böyle demeyecekmişim. “Bilgisayarsız olmaz” diye konuşacağım ki, “Artık dijital çağı” falan de ki, adamlar sana daha çok para versin. Şimdi vere vere bir tane tişört, bir de montaj programı. O da bir buçuk milyar liraymış. İstanbul’a bıraktım. Satmış arkadaş, parasını gönderdi. Bana “Akşam bir yere kaybolma” dediler. Birisi geldi ve seni ilk kutlayan ben olayım dedi. Sonra festivalin direktörü demiş ki gösteriden önce konuşurken, “Ben bu filme aşığım.” Hatta daha önce, “Arkadaşlar, Türkiye’den bir film gelecek; lütfen gayret edin, 50 bin dolara çıkarmaya çalışın ödülü.” demiş. Akşam ödül törenine gittik, bir … yok. Hatta arkadaşıyla birlikte iki Türk sayıyorlar ödül jürisinin oylarını. “Abi” dedi, “bir tane mi, iki tane mi dört vardı; seninkinin tümü beşti.” dedi. Kız “kendim saydım arkadaşımla.” diyor. Onu dahi vermediler. Allah beni, benimle ödüllendirmiş. Beni bana vermiş yani. Yetmez mi? Allah’ıma şükürler olsun.
22-38 yaş arasında çok uzun bir dönem var. Bu dönemi nasıl değerlendirdin, neler okudun? Şimdi köyün büyük ama o zamanlar daha küçüktü; daha kapalı bir ortamdaydın. Kendini nasıl besledin?
Kitaplar okudum. Biraz yabancılaşarak kimliğime baktığımda, ben de kendime hayret ediyorum. Ben nasıl katlandım bütün bunlara diye. Hayret ediyorum, çılgın falan geliyorum kendime, hatta deli filan geliyorum kendime. Köyde resim yap, anlarım bunu. Şiir yaz, bunu da anlarım. Saz çal, bunu da anlarım. Ama ya sinema? Çağdaş adamın en ileri iletişim biçimi. Onu seçiyorum. İlk sinema makinesini gördüğümde ilkokul üçüncü sınıfta; 10 yaşındaydım zannedersem. Orada makinenin yanında geçirdim vaktimi; görür görmez hayran oldum hareketli görüntülere. Resim yapardım ben o yaşta. Resmim giderek ilerliyor. Kara kalem, boyalı kalem, sulu boya, yağlı boya. Bunu biliyorum. İlerliyor. Ben ilerletemedim ama ilerliyor. Öyle bir tekamül var resimde. Ama ya bir de kımıldayıverirse… Ya bir de kımıldarsa, ne harika bir şey olurdu! Resimler kımıldıyor; ellerini kollarını sallayarak konuşuyor, kavga ediyorlar. Bir düşünsene bunu, ne kadar hayret verici bir şey! Karşımda ilk sinemayı gördüğümde, benim o düşüm orada gerçekleşmiş oldu. Resimler kımıldıyor. Nereden buldumsa o kitapları… İngiliz, Fransız klasiklerinin hepsini okudum. Rus klasiklerini de… Dostoyevski ile yatıp Dostoyevski ile kalkanlar var ya; onlarla bir gün Dostoyevski konuşurken ben okumadıklarını gördüm Dostoyevski’yi.
Sinemayı takip edebiliyor musun? Mesela şimdiki Güney Koreli, Japon yönetmenleri…
Ne gezer, Hacı Ahmet’te kavşak mı var? Bir arkadaş aradı. Görüşmedik daha yüz yüze. Telefonla arkadaş olduk. İyi bir çocuk, adı Ahmet. “Film izler misiniz?”, “DVD falan izlemiyor musun?” dedi. “Yok” dedim, “nereden bulacağım?” Çocuk DVD player göndermiş. Arkasından filmler yollamış. Anthony’nin serisini bana kopyalayıp gönderdi. Burada sinema mı bulacam?
Blow Up’ı seyrettin mi?
Nasıl seyrettim biliyor musun? Kahvedeyim, evimde televizyon yok; 20-25 yıl önce oluyor bu. Yalvarıyorum: “Allah’ını, Muhammed’ini seversen, Ali aşkına şunu yapma, değiştirme kanalı!” Herkes isyan ediyor bana; Aşk Gemisi geldi geçti, Blow Up başladı. Yalvardım, “ne olursunuz değiştirmeyin!” dedim. “Ali, Osman aşkına şunu söndürme, şunu seyredeyim!” Böyle böyle yalvararak seyrettim filmi, kapattırmadım televizyonu. Herkes isyanda, kimsenin evinde televizyon yok. Filmin sonunda, izleyenler oldu; sonunda kaptırdılar kendilerini. Cinayet falan… En sonunda “bunun izlediği şeyden ne olacak, ne oldu gayri?” dediler. Orada tenis oynuyor insanlar. “Nedir bu şimdi?” dediler. Ya hep bir aldanış. Burada top var zannediyoruz. Ama aslında yok. Yok zannediyoruz, aslında var. Böyle bir şey de mümkün. Böyle bir felsefi tabana oturtmaya çalıştım. Kahveci, “aşk olsun yani, salak salak baktık ekrana!” dedi. Böyle seyrettim.
Ahmet, kendini sinemacılar dünyasında hissediyor musun? Yeşilçam sektörü veya dünya sineması dediğimiz şey; onun içinde hissediyor musun kendini?
Bilmem ki vallahi. Sinemamın içinde hissediyorum kendimi. Ama inkâr edilmediğim bir gerçek. Şimdi inkâr edilmiyorum ama önceden vardı. İsteseler de var, istemeseler de var. Sevseler de var, sevmeseler de var.
94 senesinde Türk sineması tartışılırken, içimizde bir de köylü sinemacı olsun diye Siyaset Meydanı’na çağırıyorlar. Burada Türk sinemasının sorunları tartışılacak. Ben dedim ki “Sinema insanın yüreğindedir; dışarıda, teknolojide falan değildir.” Ve akşam onu düşündüm. Bizim bir kameramız olmasaydı; biz İsmail ile karar vermiştik, kameramızı kendimiz yapacaktık. 35 mm’lik fıstık gibi bir kamera yapacaktık. Valla yapacaktık! Şu anda elimizde bulunan, kendi yaptığımız projeksiyon makinesini kameraya çevirmek çok kolay. O kadar kolay ki İsmail burada şakır şakır film yıkıyor, biliyor musun? Şimdilerde yıkamıyor da, yıkıyor idi. Film yıkama makinesi yaptı; takıyor filmi, buradan giriyor film, birtakım işlemden geçip, öbür taraftan yıkanmış ve kurulanmış olarak çıkıyor. Dünya teknolojisine bir gol daha!
Lumière Kardeşler biraz geç kalsaydı, kesin sinemayı biz keşfederdik. Kesinlikle biz keşfederdik. Ellerini biraz çabuk tutmuşlar. Tabii arada 80 yıl yaş farkı var.
Kendi gerçeğini oluşturmaktan bahsettin. Kendi gerçeğini oluştururken nereden besleniyorsun?
Çocukluğumdan… Çocukluğumdan kurtulamadım ben. Çocuklarım bile benden önce büyüdüler. Ben hep böyle kaldım, lay lay lom. Benimle konuşanlar ya da filmimi seyredenler bir şeyi, bir şeye oturtmaya çalışıyorlar. Öyle terminolojik bakıyorlar vs. Yok. Birisi diyorlar ki, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, şimdi Bozkırda Deniz Kabuğu. Kabukla ilişki kurmaya başlıyorlar; kabuğunu kırmak vesaire, herhalde sünnet olmak da var. Benim içimden ne geliyorsa, öyle yapıyorum. Benim düşünebildiğim, hayal edebildiğim bu. Zaten zorlamıyorum, hayal etmeye de zorlamıyorum.
Tasarladığın filmlerden biraz kopya verir misin? Cem Sultan demiştin; gerçekten böyle bir prodüksiyon düşünüyor musun?
Doğru, tabii. Ciddi ciddi düşünüyorum. Ben kamyonculuk yaptım yıllarca. Kamyoncunun yol hikâyesini çekmeyi düşünüyorum. Yola gidiyor, geliyor. Evinin önüne alıyor arabasını gidiyor, geliyor. Bir yol filmi çekmeyi düşünüyorum. Ondan sonra da baba oğul var…
Cem Sultan’ı öteledin yani.
Onlar çok pahalı şeyler. Hemen değil. O biraz uyusun. Onun hâli bana çok dokunuyor, Cem Sultan’ın. Yıllarca ölüm korkusu içinde gurbet ellerde…
Sinema ile ilgili hayallerin neler? Bu maceranın neresinde duruyorsun? Yani senin sinemayı bitirmene mi çeyrek kaldı, yoksa kendine bir final film çekme hedefi koydun ve onu gerçekleştirmeye mi çalışıyorsun? “Bu işin ustası oldum” mu diyorsun yoksa?
Tevazu göstereyim abi; çeyrek kaldı. Ben onun adını yanlış yapmışım; Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak değil, “Karpuz Kabuğundan Barbaros’un Donanmasını Yapmak”. Barbaros’un donanması Akdeniz’i fethetti. Şimdi fetihler gerekiyor. Bir kere daha Akdeniz’in en önemli festivallerinden ödüller aldım.
Bir sonraki filmin de artık Oscar alsın.
Oscar; nasıl olsa olacak!
Pek tevazulu konuşuyorsun…
Söylüyorum, geliyor; bir daha geri dönmüyor. Basın geliyor, hazırlanmış bir metinle tabii. Ben daha ilginç şeyler söylüyorum. Onlar, köylü sinemacının başarısının peşinde. Aslında o mantıkta bakarsak Batı’dan bakan da onu “köylü” görüyor. Sana “köylü” olarak bakan birisini de, bir Fransız, “köylü” olarak görüyor. Nasıl davranıyorsa öyle davranılmaya müstahak.
Son olarak, sinemayla uğraşmak isteyenlere ne tavsiye edersin?
Yeni başlayanlar için ne tavsiye edersin? Eline küçük bir kamera al, sokağa çık. İnanılmaz zenginlikte, rengârenk camlar, çerçeveler, boyalar, yeşil, orman vesaire her şeyi koymuş Allah önümüze; yaşıyoruz işte.
Önce kısa film… Benim anlatacak bir derdim var. Derdi olmayan adamın sinemayla işi olmaz. Derdin olacak, sıkıntın olacak. Bir karın ağrın olacak.
Salih Pulcu
*Bu röportaj, Eylül 2008’de Anlayış dergisinin 28. sayısında yayınlanan röportajdan kısaltılmıştır.