Yusuf Atılgan (1921-1989), Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenlediği 1957-58 “Yunus Nadi Armağanı” yarışmasında Aylak Adam romanıyla ikinciliği kazanmıştı. Türk Edebiyatı’nda yeni bir mecraya girildiğinin habercisi olan Aylak Adam’ın yazarı Atılgan’la 1959 yılında Varlık Dergisi’nde yapılan röportajın bir kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz.* Röportaj metni, edebiyatın nabzının dergilerde attığı 50’li yılların sonunda Yusuf Atılgan’ın dünyası ve dönemin edebiyat ortamına dair kıymetli ipuçlarını barındırıyor.
Yusuf Atılgan Anlatıyor
Aylak Adam için bir hayli yazı yazıldı. Bu eleştirme yazılarının üzerinizdeki etkisi ne oldu? Yazma hevesinizi arttırıp eksiltmek bakımından.
Kendimi daha çok baştan savma, alışılagelmiş ölçülere dayanarak yapılacak birkaç eleştirme görmeye hazırladığım için elime geçen yazılar doğrusu şaşırttı beni. Aylak Adam’ı ciddiye alan, demek istediklerimi anlıyan, tartışan, satırların ardını görebilen aydınlar olduğunu bilmek bana huzur veriyor. Şimdi olsa romanı bile bile “anlamazlardı” sözcüğüyle bitirmezdim. Bu sözcük ilerde bana bir tutamak, bir avuntu olacaktı. Artık içimde kuşku yok. Bundan böyle rahat, kendime daha bir güvenerek yazacağımı sanıyorum.
(…)
Hikâye ile roman yazmak arasında zamanınızı nasıl bölüyorsunuz?
Hikâyelerimin çoğunu Aylak Adam’dan önce yazmıştım. Birkaçını da ondan sonra. Romanın yazıldığı sürece arada hikâye yazmadım. Çalışırken içine girdiğim havayı dağıtır, bozar korkusuyla merakla beklediğim bir kitabın okunmasını geciktirdiğim olur. Böyle zamanlar günlük hayatımı bile çekine çekine yaşarım. Kesin bir şey söylenemez elbet ama, ilerde de bu bakımdan değişmiyeceğimi sanıyorum.
Manisa’nın bir köyünde oturduğunuzu biliyoruz. Orada ne ile meşgulsünüz? Okumaya, yazmaya yeteri kadar vakit bulabiliyor musunuz? Yani ikinci bir meslek bakımından bir şikâyetiniz var mı demek istiyoruz.
-“Cumhuriyet”teki konuşmadan, Alangu’nun[1] Kim’deki yazısından mıdır bilmem, beni tanımayanlarda hep bir “çiftlik sahibi” sanısı uyandırdığımı farkediyorum. Oysa orta halli bir köylüyüm ben. Babamın ölümünden sonra bir zaman kendim çiftçilik yaptım. Yedi yıl önce bıraktım. Şimdi tarlalarımızı bir arkadaşım yarıya işliyor. Elime geçen ancak yaşamam için zorunlu gereçlerimi karşılıyor. Daha çoğunda da gözüm yok. Uykudan arta kalan zamanımı yazmakla, okumakla geçirmeme engel olacak hiç birşey yok. Sanatçı için ideal durum diyeceksiniz. Bir bakıma çok doğru, bir bakıma da yanlış. Ben, içimde büyüyen bir isteksizlikle yazamadan geçirdiğim günlerde korkunç bir karamsarlığa kapılınca, günlük ekmeğini kazanmak zorunda olan sanatçının “bugün yazamadım ama önce ekmek gerek” avuntusundan yoksunum.
Batıdan ve bizden başlıca neleri okudunuz? Üzerinizde en çok etkisi olan yazarlar hangileridir?
Okumayı çok severim, çok okurum. Bunu söylemek bir çeşit öğünmek midir, bilmem. Kimileri hiç okumadıklarını söyliyerek öğündüklerine göre. Batıdan olsun, bizden olsun beğenerek, severek okuduğum yazarlar vardır. Dostoyevski, Gide, Montherlant, Camus, Sartre, Simenon, Huxley, Joyce, Green, Capote, Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç gibi. Benim bir de hayranlıkla, hatta kıskanarak okuduğum iki yazar vardır: Çehov, Faulkner. Okuyanı anlattıkları ortama katıveren, onu yarattıkları kişilerin yaşayışına, duygularına ortak eden bu iki sanatçı, söz sanatının ereği buysa, varmışlar bu ereğe. Görece bu yargılar, biliyorum ama söylemeden edemedim. İşte çok sevdiğim ozanları saymadan da edemeyeceğim: F. H. Dağlarca, B. Necatigil, M. Eloğlu, E. Cansever, T. Uyar, C. Süreyya.
Adlarını saydığım sanatçıların, değişik yönlerden beni etkilediklerini sanıyorum.
Yazı yazmaya kaç yaşında ve ne zaman heves ettiniz? İlk yazınız ne zaman yayınlandı?
(…) İlk “yazmadan duramama” gerecini 1947’de duydum. “Parmakkapıdaki Pansiyon” adlı bir roman yazdım. Ertesi yıl yırttım attım bunu. Yazma sevdasından ellerimi yıkadığımı sanıyordum, ama değilmiş. 1952’de belki bu yüzden çiftçiliği bıraktım. Hikâyeler yazıyordum. Galiba anadan doğma sanatçılardan değilim ben. Güç yazarım. Bir yerde Halikarnas Balıkçısı’nın kendi hikâyelerini Sait Faik’inkilerden daha güzel bulduğunu okuduğumdan beri daha da güç yazıyorum.
Yayınlanan ilk yazım 1954’te, Tercüman gazetesinin yarışmasında birincilik alan “Evdeki” adlı hikâyemdir. Nevzat Çorum adıyla göndermiştim. Aynı yarışmada yedinci olan “Kümesin Ötesi” adlı hikâyem de Ziya Atılgan adıyla çıkmıştı. Kısa ömürlü Esin dergisinin ilk sayısında, gene Ziya Atılgan adıyla “Atılmış” adlı hikâyem yayınlandı. Sonraki hikâyelerim hep Varlık’ta çıktı.
Cumhuriyet’teki yarışmanın sonucundan memnun musunuz?
Önceleri bu yarışmada ikinci olmak, benim için umudumun üstünde bir dereceydi. Gazete büyük jüriyi bildirdiği zaman, hiçbirinin beni tanımadığı dokuz üyeden -Halide Edip fakültede hocamdı ama, yıllardır beni unuttuğunu sanıyorum- üçünün birincilik için bana oy vereceklerini düşünmüştüm. Haldun Taner’le Behçet Necatigil’den yanılmadım. Yanıldığım üyenin adını söylemiyeceğim. Bir de şu var: Gazete ayrıca para vermiyeceği, birinciyle üçüncüyü tefrika ettiği halde Aylak Adam’ı etmedi. Oysa ben, dördüncü günkü tefrikanın başına konulacak özeti müthiş merak ediyordum. Bu merakım içimde kaldı.
Hikâye ve romanın bizde son yıllardaki gelişmeleri için ne düşünüyorsunuz? Dedikleri gibi edebiyatımızda bu sıralarda bir duraklama olduğunu kabul ediyor musunuz?
Romanın yakın bir gelecekte hem nicelik hem nitelik bakımından hikâyeyle şiir alanındaki yüceliğe erişeceğini sanıyorum. Son yıllarda bir Kemal Tahir kazanmak az şey değildir. Hikâyeyle şiir normal gelişimlerini sürdürüyorlar. Bence bu, bir duraklamadan çok bir aramadır. Genç kuşak boyuna birşeyler arıyor. Aşırı biçimciliğin şiirimizde bir takım yeni “mazmun”lar yaratma eğiliminden yana değilim, ama biçim kaygısıyla yapılan aramalara karşıt da değilim. Zaman, yeni bir diyeceği olmayıp da işin kolayına kaçanları ayıklayacaktır. Daha şimdiden gerçek değerler kendilerini belli etmiyor mu!
(…)
Yazarken okur unsurunu gözönünde tutar mısınız? Yani okunmak kaygısı sizin için bir mesele teşkil eder mi?
-Manisa Müzesinde bir arkadaşım var, birgün konuşurken, sanatçının anlaşılmak kaygısına düşmeden, salt kendini tatmin için yazması konusunda fazla ileri gitmiş olacağım ki “öyleyse yazdıklarını neden yayınlamaya çalışıyorsun?” diye sormuştu. Ona “okumayı gerçekten seven, mizacı benimkine yakın, tanımadığım birkaç uzak-dostun yalnızlıklarına belki bir ortak, bir avuntu olurum” yollu karşılık vermiştim. Yazarken bu birkaç uzak dostu düşünmek bile yazarın okuyucusunu düşünmesidir bence. Masanın ötesindekilerle ilintimizi büsbütün kesemeyiz. Salt kendisi için yazdığını söyliyenlere inanmam. Yalnız şu var: Her yazar kendi okuyucusunu kendi seçer.
Konuşan: R. Görel
*Bu metin, 15 Haziran 1959 tarihinde Varlık Dergisi’nin 504. sayısında yayımlanan röportajdan alınmıştır. Yazının yayımlandığı biçimiyle kelimelerin imlâsı korunmuştur.
[1] Tahir Alangu.