“Otobiyografinin hakikati anlattığı iddiasının kendisi bir yanılsama”
Otobiyografik bellekteki anıların bir şekilde seçildiği, elendiği ve dile aktarılanın anılardan ziyade semantik yapılara (anlatılara) dönüştüğü düşünülünce işin içine -kaçınılmaz biçimde- yorum da girer; bu da bir anlamda otobiyografi yazarının kendisine dair bir kurgu oluşturduğu anlamına gelir. Nazan Aksoy’un kitabının isminde olduğu gibi “Kurgulanmış Benlikler” söz konusu. Bu durumda gerçeklikle ilişkisi açısından otobiyografi ne kadar güvenilir bir türdür?
Bilişsel bilimler alanı geliştikçe bellek çalışmaları da son yıllarda daha arttı; bizde de mesela çok güzel bir kitap var: Hayatı Hatırlamak: Otobiyografik Belleğe Bilimsel Yaklaşımlar. Bu kitapta belleğin ne denli yanıltıcı olduğu, örneklerle anlatılıyor. Belleğe güvenemeyiz ama daha önce de konuştuk, bazen kaçınılmaz olarak otobiyografik metinlere tarihi belge olarak da yaklaşıyoruz. Otobiyografiler gerçeği anlatan metinler mi, yoksa kurmaca mı? İşin doğrusu, otobiyografinin hakikati anlattığı iddiasının kendisi bir yanılsama. Bu zaten postyapısalcılar tarafından dile getirilmiş bir argüman.
Otobiyografik metinler yazarların gerçeği anlatma vaadiyle yazılıyor ama bellek çalışmalarının da bize gösterdiği gibi bellek her zaman gerçeği hatırlamıyor, birtakım kurgular araya giriyor. Türkiye’deki otobiyografilerde arşiv sorunları nedeniyle de verilen bilgilerin önemli bir kısmının yanlış olduğunu görüyoruz. Somut bir örnek vereyim: Fakir Baykurt anılarının ikinci cildinde Gönen Köy Enstitüsü’nde geçirdiği yılları anlatır. 1944’te bir arkadaşının köyüne gidiyor, birtakım kitapları alıp okula dönüyor. Metne bakılırsa getirdiği kitaplardan biri Nâzım Hikmet’in, diğeri ise Oktay Akbal’ın: Önce Ekmekler Bozuldu. Oysa Oktay Akbal’ın kitabı 1946’da yayınlanmış, o köy yolculuğu sırasında kitapla karşılaşması imkânsız.
Arşiv alışkanlığının yaygın olmadığı bir yerde yazarın hakikati anlattığı iddiasına kanmamak lâzım. Biz bu bilgileri teyit ettiğimizde çoğu zaman yanıldıklarını görüyoruz. Ancak “Bu durum, otobiyografik bir metni kıymetsiz hâle getirir mi?” diye sormak gerekiyor. Bana kalırsa getirmez. En baştan itibaren bunu gözeterek okuduğumuz için yazarın nasıl bir dünya kurmak istediğini ya da olayları nasıl hatırladığını görüyoruz; gerçeğin kendisini görmüyoruz. Zaten gerçeğin kendisini yüzde yüz anlatılması söz konusu olamaz.
Şunu da parantez içinde söyleyeyim: Meselenin açmazlarından birisi, edebiyat tarihini anılara dayanarak yazmak zorunda kaldığımızda, elimizde malzeme olmadığında çoğu zaman hata yaparız. Böyle birçok yanlış bilgi var… Yine somut bir örnek: Pek çok kaynakta İlhan Berk’in ilk öykülerinin Manisa Halkevi’nin “Uyanış” dergisinde yayınlandığı söylenir. Bu yanlış bilgi her yere girmiş: Edebiyat tarihleri, yazarlar sözlüğü… Bunun kaynağı ise bizzat İlhan Berk’in kendi beyanı. Ama Manisa Halkevi’nin “Uyanış” adlı bir yayını hiçbir zaman olmamış. İlhan Berk yanlış hatırlıyor. Ayrıca İlhan Berk kendi anılarını da değiştirerek biyografisini yeniden yazıyor: Uzun Bir Adam’ın Soyut dergisindeki ilk hâliyle Yazko baskısı ve Yapı Kredi baskısı birbirinden farklı, olaylar bile değişiyor. Otobiyografik metinler arşive dayanmadığı için gerçeği sunmazlar. Bizim bu metinlere, öncelikle, tarihi belge değil de, yazar kendini nasıl kurguluyor diye bakmamız lâzım.
Yazar pek çok şeyi yanlış hatırlayabildiği gibi bazı anıları sonradan da ikame edebilir. Mesela Ayla Kutlu, otobiyografik metni Zaman da Eskir’de doğumundan önceki olayları hatırladığını söyleyerek başlıyor. “Ben bunu kesin olarak hatırlıyorum” diyor; aslında anne-babası tarafından anlatıldığı için bunları kendi anısı hâline getirdiğinin farkında. Benzer bir örnek Memet Fuat’ın Gölgede Kalan Yıllar kitabında da var, 1 yaşındaki bir olayı hatırladığını ama bunun imkânsız olduğunu söylüyor. Başka bir örnek de Fakir Baykurt’un anıları. İlk anılarından itibaren her şeyi cümle cümle anlatıyor Fakir Baykurt. 1944’te hocasıyla yaptığı konuşmada geçen sözcükleri tek tek anlatıp, “Bana şu sözleri söylemişti, orada ilgimi çekmişti.” diyor. Bunu yazdığı zaman aradan 50 yıl geçmiş, olayı bu saydamlıkla hatırlaması mümkün değil. 7 cilt boyunca anılar böyle ayrıntılı anlatılıyor ama sona geldiğimiz zaman diyor ki: “Hâliyle anlattıklarım bu biçimde olmadı, onları biraz daha edebi, daha okunur kılabilmek için öyküleştirdim ve bazı şeyler ekledim.” Biz 7. cildin sonuna kadar bir “hakikat” metni olarak okuyoruz bunu; yazar 7. cilde geldiği zaman, anlatılanların kurgusallığını itiraf ediyor. Fakir Baykurt’un sözleri, bütün otobiyografi yazarlarının itiraf etmesi gereken şeyi gösteriyor, bana kalırsa.
Edebiyatçılar söz konusu olduğu zaman otobiyografik metinlerden iki kere kuşkulanılması gerekiyor; çünkü zaten işi uydurmak olan kişiler tarafından yazılıyorlar. Kurgu açısından daha iyi okunacağını düşünüyorsa yazar, yazım aşamasında bazı şeyler ekleyebilir, pratikte ekliyor da.
Çalışmanızda geldiğiniz aşamada yazar-yayıncı ilişkisine dair neler söylersiniz? Edebiyatın siyasetten ve sosyolojiden bağımsız düşünülemeyeceği tezinden hareket edersek biyografi/otobiyografi çalışmaları, edebiyat tarihçiliğine yeni bakış açıları kazandırır mı?
Otobiyografilere bazen daha araçsal yaklaşılıyor; edebiyat tarihi yazmak için önemli kaynaklarımızdan birisi olarak görülüyor. Daha önce de dediğim gibi ben çok temkinli yaklaşıyorum. Bir otobiyografik metinde yazarın verdiği tarihler ve olaylar bellekte kaldığı biçimde anlatıldığı için edebiyat tarihinde öncelikli olarak kullanılacak kaynaklar değil; başka kaynak yoksa kullanılabilir. Edebiyat tarihini değil ama bu toplumdaki edebiyat kültürünü aydınlatması bağlamında otobiyografilerin çok işlevsel olduğunu düşünüyorum. Mahrem alana dair bilgi veren metinler, edebiyat kamuoyunu/kurumunu/cemaatini –artık her ne dersek– anlama konusunda daha işlevsel oluyor. Ne kadar mahrem bilgi veriliyorsa aslında o kadar doğruya ulaştırıyor. Bu bağlamda otobiyografilerden daha çok, mektuplar önemli görünüyor. Çünkü mektupların yayımlanmayacağı düşünüldüğü için çoğu zaman çok doğrudan bilgiler verildiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra günlükler, eğer yazar öldükten sonra yayınlanıyorsa, daha kıymetli çünkü sansürden geçmiş olmuyor.
Yayıncılık bağlamında yayıncılık tarihiyle ilgili ulaşılması en zor bilgiler, mektuplarda ve otobiyografik metinlerde yer alıyor. Yazara ne kadar telif ödendiği, kitapların kaç adet basıldığı gibi bilgiler edebiyat sosyolojisi için çok önemli bilgiler ama bunlara ulaşmak çok zor. (Bugün de bu bilgilere ulaşamıyoruz, bazı yayıncılar “ticari sır” diye bize bu bilgiyi vermiyorlar). Bu tür bilgiler bazı mektuplarda, anılarda, söyleşilerde karşımıza çıkıyor. Yayıncılık tarihiyle ilgili bulduğum bilgilerin önemli bir kısmını mektuplardan ya da anılardan aldım. Elbette bunlara doğrudan “kaynak” diye yaklaşmıyorum, temkini elden bırakmıyorum, bilgiyi teyit etmeye çalışıyorum. Dediğim gibi edebiyat tarihiyle edebiyat kurumunu ayırırsak otobiyografik metinler edebiyat tarihi için her zaman işlevsel değil ama edebiyat kurumunu anlamak için önemli kaynaklar.
Herhâlde çalışmanızı heyecanlı kılan taraflardan biri, yazarların, şairlerin kendilerini nasıl sunmak istedikleri meselesinin peşine düşmek, değil mi?
Evet, böyle bir şey de yapmak istiyorum. Gonca Gökalp’in kitabında da bunun üzerinde duruluyor: Bir yazar kendini otobiyografisinde nasıl kurgular? Bunun hakikat olmadığını biliyoruz. Meseleye edebiyat sosyolojisiyle yaklaşmak istediğim için okuduğu metinler onu nasıl biçimlendiriyor, hangi metinleri okuyor, bunları çıkarmak istemiştim. Fakir Baykurt için bunu yaptım ve anılarında geçen bütün kitapları listeledim. Az önce söylediğim Oktay Akbal örneğindeki gibi okuduğunu hatırladığı ya da o dönemde okunmasının iyi olacağını düşündüğü kitapları da ekliyor. Bu metinlerin yazar olarak kendisini nasıl etkilediğiyle ilgili bilgiler de veriyor. Mesela “Sabahattin Ali ve Gorki okuyarak yazar oldum.” diyor. Sabahattin Ali’yi ve Gorki’yi ne kadar okuduğu çok da önemli değil, kendini bu iki yazara dayandırarak sunmak istemesi asıl mesele. Kuvvetle muhtemel, 1960 ve 1970’ler sonrası politik bilinci nedeniyle kendini Gorki’ye ve Sabahattin Ali’ye dayandırıyor. Gençliğinde okuduğu zaman bilinçli biçimde etkilenmesi hayli zor. Başka bir örnek olarak Murathan Mungan’ın otobiyografik metinlerini de bu gözle okudum. Ama o okuduğu kitaplara dair Fakir Baykurt kadar bilgi vermiyor. Murathan Mungan, kendisini Fakir Baykurt gibi “yazar” olarak sunmayı öncelemiyor demek ki. Yine başka bir örnek olarak, Enis Batur otobiyografik metinlerinde entelektüel kimliğini belirginleştirmeyi tercih ediyor. Tür olarak “Otobiyografik deneme” adını kullansa da Enis Batur kişisel bilgileri en az veren yazarlardan biri. Batur’un otobiyografik tercihinde metin mahrem alana çok da sızmıyor.
Yazarlar öldükten sonra günlükler ve mektupların yayınlanması, çokça tartışılan bir konu… Sizin fikrinizi merak ediyorum, bir sanatçı veya düşünür, kendisi için tuttuğu günlüklerin yayınlanma ihtimalini göz önünde bulundurarak bir oto-sansüre tabi tutuyor olabilir mi?
Ben yayınlanmasından yanayım. Ama bırakın, günlükler, mektuplar gibi mahrem alanla ilgili metinleri, “yazarların ya da şairlerin dergilerde kalmış yazıları yayınlanmasın” diyenler var. Ben şimdiye kadar Melih Cevdet Anday ve İlhan Berk’i yazılarını ve söyleşilerini, Erdal Öz, Kemal Özer ve Adnan Özyalçıner’in mektuplarını yayına hazırladım. İlhan Berk’in yazıları yayımlandıktan sonra “İlhan Berk dergilerde bıraktıysa orada kalmalı, niye yayınlıyorsunuz?” diyenler çıktı. İnanması zor, bu kadar tarih nosyonundan yoksun bir yerdeyiz… Bu metin dergide yayınlanmışsa zaten kamusallaşmıştır ve edebiyat tarihi açısından önemli bir metinse bugüne taşınması gerekir. Eksiksiz bir edebiyat tarihi yazmak istiyorsanız bu metinlerin sizin elinizin altında olması lâzım. Bu itiraz, aslında bizim ne kadar tarih fikrinden uzak olduğumuzu da gösteriyor. Bunun iddia edilebildiği bir yerde mektup ve günlüklerin yayınlanmasının hayli aykırı bulunması kaçınılmaz. Dediğim gibi edebiyat kurumu ve yazarın kendini nasıl sunduğu hakkında bilgi alabilmek için ne kadar mahrem metinlere ulaşırsak o kadar net bir fotoğraf yakalayabiliriz.
Mektuplar, yayınlanmak için gönderilmediğinden ne kadar oto-sansür uygulanıyor, bilmiyorum. Tabii buna da tarihselleştirerek bakmak lâzım. 1940’larda, 1950’lerde mektup yazan bir yazar, kuvvetle muhtemel, bunun yayınlanmayacağını düşünerek yazıyordur; ama 90’larda ya da 2000’lerde bir yazar, mektup yazdığı zaman bunun yayınlanma olasılığını düşünmek zorunda kalmıştır. Çünkü tarihsel olarak şunu görüyoruz: mektupların yayınlanabilecek bir şey olduğu anlaşıldıktan sonra artık yazarlar dikkat etmeleri gerektiğini fark edecektir. Yani tarihsel bir özne olduklarına, yazdıkları her şeyin bir gün, gün ışığına çıkabileceği fikrine ulaşıyorlardır. Yakınlarda Melih Cevdet’in Hıfzı Topuz’a yazdığı mektupları yayınlandı. Anday’ın yaşadığı dönemde mektup yayınlamak diye bir alışkanlık olmadığı için, bu ayıp sayıldığı için muhtemelen yayınlanacağını düşünmüyorlardı. Bugün ciddi bir mektup kitaplığımız var. Artık mektup yazmıyoruz ama yazdığımız e-mailler, hatta mesajlar bile bir gün yayımlanabilir.
İnsanlar kendilerine imzalanan kitabın fotoğrafını çekip sosyal medyaya koyuyor. Ben mesela o kitabı imzalarken ikimizin arasında diye düşünüyorum ama öyle olmuyor, birdenbire kamusallaşıveriyor. İlk seferinde kitaptaki imzanın kamusallaştığını gördüğüm zaman ikinci sefer imzalarken bunun yayınlanacağını aklımda tutuyorum. Sosyal medya nedeniyle her şey hemen kamusallaştığı için, bugün kuvvetle muhtemel, yazarlar özel yazışmalarında geçmişe nazaran daha fazla oto-sansür uyguluyorlar.
Çalışmanızın tamamlanmasını merakla bekliyoruz; umarım Türkiye’de hem otobiyografi/biyografi üzerine hem de edebiyat ve yayıncılık ilişkisine dair verimli tartışmaların ortaya çıkmasına vesile olur.
Henüz yolun başındayım. Şu ana kadar otobiyografi konusunda üç yazım yayımlandı ama çalışmaya, bu konuya yoğunlaşmaya devam ediyorum. Umuyorum, dediğiniz gibi tartışmaya değer birtakım sonuçlara ulaşmak mümkün olur. Daha bu aşamadayken çalışmamla ilgilendiğiniz ve incelikli sorularınız için teşekkür ederim.
Devam eden çalışmanızdan çıkan verileri ve görüşlerinizi okuyucularımızla paylaştığınız için ben teşekkür ederim.
Neslihan Demirci