Avcılıkla hiçbir ilgim olmadığı hâlde, Ortega Y Gasset’in Avcılık Üzerine kitabını merakla alıp okumamın sebebi, çocukluğumun avcılarıydı. Karın dindiği ve hayvan izlerinin henüz taze olduğu kış günlerinde bazı adamlar bellerinde fişeklikleri, sırtlarında kırmalı tüfekleri, yanlarında tazılarıyla yabana çıkarlardı. Giderken neşeli görünüyorlardı ama aslında birer av tedirginiydiler. Akşamları tavşansız ve kekliksiz dönme, rastlayanlara ezile büzüle cevap verme ihtimâli bu işin tabiatında vardı. Bazen bir avla bazen de avsız dönerlerdi çünkü. Düşüp bir yerlerini incittikleri, çığ altında kalmaktan son anda kurtuldukları da olurdu. Av sadece avcının hikâyesinden ibaret değildi, avın da avcısına oynadığı türlü oyunlar vardı. Güzün dağ keçisi avına çıkmış olanlar onun güçlü sezgilerine yenik düşer, kayaların dibinde kahırdan ölecek bir hâle gelirlerdi. Bir avcı av sevinciyle dönmeyi ne kadar arzuluyorsa, avı tarafından eli boş döndürülmekten de o denli utanç duyuyordu. Av olan kendisiydi çünkü…
Bir de, içinde kırmızı benekli alabalıkların yüzdüğü berrak deremizde avlanmaya çıkanlar vardı. Balık avlayanlar av adabına uyar, oltayla ya da küçük ağlarla avlanır, bir miktar balık tutunca geri dönerlerdi. Balıklar da diğer av hayvanları gibi avcısıyla oyunlar oynar, onları aşağı doğru kaygan taşların üzerinde koşturur; düşmelerine, sakatlanmalarına, bir yerlerinin incinmesine sebep olurlardı. Tehlike yalnız av için değil, avcı için de geçerliydi. Dere yatağının aktığı ıssız vadinin meşelikleri arasından bir ayı da çıkabilirdi ayrıca. O boz ayıyla geçmişte karşılaşanların, ayı tarafından parçalananların, ağır yaralananların, acınarak bırakılanların hikâyeleri kulaktan kulağa aktarılırdı. Balık avcısı, kendisine sadece balıkların, kaygan taşların, su yılanlarının değil, bir ayının da oyun oynayabileceğini akıldan çıkarmamalıydı.
Gasset’in kitabını okurken sadece bu “kurallı avcılar”ı değil, yine çocukluğumun hiçbir kural tanımayan av insanlarını da hatırlamaktan alamadım kendimi. Aç kalmış keklikleri avlamak için büyükçe bir kafesi karın üzerine yerleştirip içine darı serpmek, kuralsız avcıların yöntemlerinden biriydi. Zavallı hayvanlar darıya üşüşürler, onlar yemlenirken kafes üzerlerine kapanıverirdi. Kirli bir gülüşleri vardı bu zahmetsiz avcıların, sabah avlarını toplamaya gider, iri elleri, iri yüzükleriyle hayvanları toplayıp getirirlerdi. Balık katilleri de onlardan farklı değildi; derenin göle döndüğü yerlerde dinamit patlatır, sersemleyip su yüzüne çıkan balıkları toplamaya başlarlardı. Gasset’in kitap boyunca söylemeye çalıştığı şey tam da çocukluğumun av görüntülerinin üzerine oturuyordu: “Avcı ile katil” , “av ile katliam” birbirinden farklı şeylerdi. Birinde avcı, düşmanına/avına oyun oynama fırsatı veriyor, canını kurtarma hakkını teslim ediyor, onu oyuna getirme ihtimâlini kabul ediyor, centilmenliği elden bırakmıyordu. Diğerinde ise söz konusu olan, gücünü, imkânını ve kurnazlığını yalnızca “ortadan kaldırma”ya yöneltmiş katil bir ruhtu…
Savaşlar da avın ve avcının her an yer değiştirebileceği bir av oyunudur. Ve avcılıkta olduğu gibi “harp oyunları”nda da gücü ne olursa olsun düşmanın zekâsı, karşı oyun kurma becerisi, sıkıştığında deneyebileceği çıkış yolları hesaba katılır. Tanığı olduğumuz son yok etme vahşetinde, Gazze’de, savaşın centilmenliğine yakışacak tek bir kurala bile riayet edilmediğini gördük. Avcının değil, katilin tarzıydı denenen; gölde dinamit patlatanların, kekliklere tuzak kuranların kötü ruhu, gökten tonlarca bomba yağdırarak çıktı karşımıza. Avın ve avcının birbirine oyunlar oynayabildiği karşılıklı avlanma asaletinden yoksun olduğu için de katliamına bahaneler üretmeye, dünyayı yanıltmaya çalışıyor. Ona, havadan tonlarca bomba atmanın bir savaş değil katliam olduğunu, avla avcı arasında bile bir av hukukunun bulunduğunu söylemeye kalkmak hem naif bir çaba hem de beyhude bir uğraş olacaktır. Ama bilsin istiyoruz, av centilmenliğinden bihaber bir katil olduğunu!
Ali Ayçil