Günümüz dünyasında hakikate yabancılaşma önlenemez biçimde derinleşiyor. İnsanın varoluşsal deneyimleri; dünyada bir anlam arayışı içinde olmak, varoluşunu anlamlandıracak değerlerle ilişki kurmak hattında ilerledi çoğunlukla. Oysa şimdi insanın, zamanın hakikatle iç içeliği hiç olmadığı kadar kuşatıcı bir kopuşa sürükleniyor.
Geçmişi, şimdiyi ve geleceği içinde taşıyan gelenekle içkin zamanın tek hakikate bağlanan tecrübeleri, yerini çoklu perspektiflere (köksüzlük) ve mutlak doğruya-etiğe dayanmayan özgürlük temsillerine bırakıyor. Gittikçe palazlanan bu gerçeklik, insanın kendini, çevresini, dünyayı algılama-anlamlandırma düşüncesini de biçimlendiriyor. Zamanın getirdiği kökten değişimlerin yıkıcı gücü, anlam arayışı tecrübelerini inkâra, egoyu mutlaklaştırma trajedisi bir nihilizme karşılık geliyor. Çağımızın temayülü, insanın kendini sömürmesine karşılık gelen bir özgürlük: Madem her şey boş, kendin için ve her arzuladığını yaşa; madem her şey kuruyup gitmeye, kaybedilmeye mahkûm, anlam aramakla vakit kaybetme!
Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmi de bu bedhah izleğe bağlanarak hakikatin feshedilmesine hak vermeye çalışıyor. Anlam arayışının beyhudeliğine, umut ve değer üretme çabasının yoruculuğuna, deneyimlerin sıkıcılığına bir özgürlük bahanesi eşliğinde inandırıcılık yüklüyor.
Hikâye taşrada, mecburi hizmetin son senesinde olan bir öğretmenin (Samet) narsist egosu etrafında gelişiyor. Yönetmenin taşrası; iletmek istediği düşüncenin perspektifini, gerçeğin tek boyutlu bir şerhini aktarmak için seçtiği tutucu, gerici, ruhları karartan, zamanı çürüten türden bir muhafazakârlık mizansenidir. Bu düzenlemede Samet’in bakış açısıyla yorumlanan çevre, insanlar, olaylar ve zaman sığ bir düşünce kalıbına, gerçeğin karamsar bir yorumuna kurban ediliyor. Ne iyi ne kötü gibi duran ama ‘gerçek bundan ibarettir’ yargısıyla sunulan nihayet; günümüz dünyasından edinilmiş bir umutsuzluğu, yeni dünyanın bir adaptasyonu olan boşluğu, anlam arayışını sonlandıran narsist bir bireyciliği allayıp pullamaktan başka bir numara barındırmıyor aslında.
Samet, taşranın insanı yokuş aşağı sürükleyen yolundan kurtulup kendi özgürlük bilincinin irtifasına eklenmek için sabırsızdır. “Boğulacaksak da büyük denizde boğulalım.” diyerek taşrada zayi edilmiş dört yılına yazıklanır durur. Hiçbir yere, bir inanca, ideale, bir amaca ait hissetmez kendini; zira bunlara bağlanmak, kendini amaç edinmesine engeldir. “Kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum; ait olmak özgürlüğü kısıtlar” der. Onun gayesi yaşamaktır ve bu arzuda ne kendine ne topluma karşı sorumluluk almaya yer vardır.
Samet’e göre geleneksel düşünme biçimleri, ahlaki değer yargıları, insanın varlıkla ilişkisini anlamlandıran sorumluluklar, aidiyet vs. hepsi modası geçmiş dönemsel kalıntılar, takıntılardır. “Hep birlikte aynı şeyi düşünmek neden bu kadar önemli olsun?” diye ifade eder düşüncesini. Bu kalıntılar arasında tek başınalıkla övünür. Oysa kendilik orijinalliği diyerek sarıldığı şey; hayatla, insanlarla, gelecekle kurduğu ilişkiyi de biçimlendiren bayağı bir bencillikten ötesi değildir.
İnsana güvenmeyen biridir Samet ama güven de vermez. Kimse diğeri için bir şey yapmaz ona göre, yapan da diğerini kendine borçlu bırakmak için yapar; ne kimseden bir şey beklemeli ne kimseye borçlu hissetmeli. Bu bakış açısı herkesle arasına kibirli bir mesafe açar; tepeden bakmayı iyi bilir ama ilgi ve onay görmediğinde öfkesi onu çelişki içinde bırakır.
Öğrencisi Sevim’in ona duyduğu sevgiyi; bir onaylanma, üstün ve özel olduğu duygusunu pekiştirme olarak memnuniyetle karşılar. Öyle ki Sevim’in ona yazdığı aşk mektubu teftişte ele geçirilince, öğrencisinin duyduğu utancı, geri çekilmeyi gidermekle uğraşır; “Sen beni diğer öğretmenler gibi mi sandın? Sevmek, âşık olmak bunlar muhteşem şeylerdir. O duyguları bir daha o kadar güçlü hissedemezsin, yaşadığın şeyin ne kadar değerli, kolay bulunmayacak şeyler olduğunu bil.” diyerek teşvik eder.
Birkaç öğrenci, Samet ve oda arkadaşı Kenan, öğretmenin yakınlık gösterme biçiminden şikâyetçi olunca, Samet bu durumu bir “medeniyet” mücadelesine dönüştürür. Belli ki bu şikâyet Sevim’in utancını bastırmak için ortaya attığı bir çözümdür ve Kenan kurunun yanında yaş da yanar misali mevzuya dahil oluverir. Nitekim bu soruşturma geleneksel düşünen Kenan’ı sarsıntıya uğratır, Samet’in rahatlığını tepkiyle karşılar; “Her yerin bir realitesi, geleneği göreneği var, böyle şeyler yanlış anlaşılabilir.” diyerek meselenin ciddiyetini vurgular. Oysa Samet için böyle düşünmek bağnazlığı onaylamaktır; “Gerici alışkanlıklarınızı esnettiysem fena mı yaptım? Medeniyet getirmek için risk aldıysak fena mı oldu? Biz de kölesi olacaksak gelenek denilen cenderenin, elimizi taşın altına sokmayacaksak kim sokacak?” diye çıkışır Kenan’a ve bağnaz alışkanlıkların yolunu medeni davranışlarla kesmeye davet eder. Hâlbuki köşeye sıkışmaya görsün Samet, paçayı kurtarmak için feda edemeyeceği değer yoktur. Sevim’i ikna edip tarafına çekemeyince onu dedikoducu, fitneci, hain gibi ağır ithamlarla sınıftan kovup utandırmakta, şikâyetin Kenan’a mal edilmesini onaylayıp ihaleyi ona çakmakta bir beis görmez. Samet ki ona muhalefet eden, özünde taşıdığı boşluk, değersizlik hissine parmak basan her türlü gelişmeyi öfkeyle karşılar ve sinsi hamlelerle bertaraf etme yolunu izler.
Samet’le karşımıza çıkarılan iyi-kötü “insani” niteliğe bir vurgudur güya, insan olmak gerçeğidir; bu yüzden Samet insan doğasının kendiliğini temsilen bir şöyledir bir böyle. Yeri gelir yalan da söyler, kendinin zıddına dönüştüğü de olur. Gâh iradelidir gâh iradesiz, bazen sorumlu bazen muaf hisseder. Demek ki yönetmenin; insan doğasının evriminden, içinden geçtiği değişme sürecinin gelişiminden anladığı budur. Nihayet insan kendini olduğu gibi geldiği gibi yaşama seçeneğinin dışına zorlamamalıdır; öyle ya da böyle insanilik herkesin ortak kaderidir…
Samet’le yüzleştirilen iki farklı gerçeklik; gelenek (Kenan) ve idealizm (Nuray) de sonunda Samet’in hizasına ge(tiri)lir. Samet’in ev arkadaşı Kenan, geleneğin korunması gereken sürekliliğini benimsemiş ve bunu önemseyen, bu doğal akışa eklenmiş biri olarak çizilir. Samet’in Kenan’a evlenebileceği bir kız olarak önerdiği ve tanıştırdığı öğretmen Nuray ise yaşamla yetinmeyen, kendine yüksek amaçlar ve hedefler belirleyen ve bu yolda ilerlemeye bağlı bir idealisttir. Kenan, Samet’in modern özgürlükçülüğü karşısında temkinlidir. Nuray ise Samet’i belirsizlik içinde kaybolmayı seçerek meydanı andavallara bırakan bir konformist olarak itham eder. Kenan ve Nuray birbirini etkileyecek bir uyum yakalarlar, gittikçe yakınlaşacakları bellidir. Samet, iki arkadaşının arasındaki bu yakınlaşmayı kıskanır; Nuray tarafından onun değil Kenan’ın tercih edilmesi, kibirli egosunda intikam uyandırır. Nihayet sinsi bir mizansen tasarlayarak bir geceyi Nuray’ın yatağında geçirmeyi başarır. Bunu Kenan’a belli etmekten de gocunmaz; hatta Kenan’a yaşattığı yıkımdan zevk alır. Ona göre bunlar insanca gerçeklerdir; “Bazen insan sisler içinde kalabilir, o sisli yerde irade dışı şeyler yaşanabilir, irade dışı olduğu için sorumlu sayılmayız.” gibi kendini aklamaya çalışan pişkin laflar eder. Bu durum karşısında Kenan sessizleşir, geri çekilir. Fakat Nuray da benzer pişkinlikle çıkar Kenan’ın karşısına; telefonlarını cevapsız bırakmasını, Samet’le yatmış olmasını bir problem olarak görmesini yadırgar. “Bir kızda hayal ettiğin ahlâk seviyesinin altında mı kaldım?” diye sorar Kenan’a. Nuray’ın merak ettiği, bir kadın olarak neler yapmaya hakkı olduğudur; ne yapmaya gücünün yettiğini, bir insan olarak bu dünyada ne kadar yer kaplayabileceğini anlamak için bunu sormaktadır. Gariptir, Samet’in soysuz pişkinliği, Nuray’ın arsız cesareti karşısında bocalayan, alt üst olan Kenan sonunda onların akışına teslim olur. Yönetmene göre gelenek yenilmeye mahkûmdur…
Son sahnede Samet, kimsenin umurunda olmayan kuru otlar üstünde bir tepeye doğru ilerlerken, ona âşık olan küçük öğrencisi Sevim’e büyük kibrinin mütevazı olmaya çalışan diliyle seslenir. Tırmandığı tepede her şeye üstten bakan, hep övündüğü tek başınalıkla son yorumunu dillendirir; Sevim bir imkânsızlık düşüdür, kendinde bulamadığı hayat enerjisidir… “Çığlıklarımızın birbirine ulaşamayacağı kadar derin ve geniş bir uçurum, bilinçlerimizin yakınlaşamayacağı kadar acımasız bir uzaklık var aramızda.” diye içlenirken öyle sefildir ki… Hayat akıl almaz bir bilmecedir ona göre; gerçek sıkıcı olduğu kadar acımasızdır da. Geriye neyi ne kadar yaşayabildiysen o kalır; o da kıymeti yok denemeyecek kendi arzularındır. Yaşanmadan kalan ise insanın içindeki çölü hazırlar. Nihayet herkesin görüp göreceği bu çöl ve sonunda ellerin bomboş kalması gerçeğidir.
İnsanı, “her dem yeniden doğan” varlık hakikatiyle idrak edemeyen, dünü bugünle aynı ve durağan gören statik bakış açısının yeryüzünü “kuru otlar” yurdu olarak karikatürize etmesi muhtemeldir.
Sözün özü; hayatı, gerçekleri umutsuz-seçeneksiz bir yoruma indirgeyen; insan doğasını çarpıtılmış bir özgürlük güzellemesiyle istismar eden, anlam-değer arayışını reddederek hiçliği, köksüzlüğü kaçınılmaz kılan bir film, içi boşaltılmış bir dünyaya ne söyleyebilir? Hiç oğlu hiç!
Münire Daniş
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.