Geçtiğimiz aydı. Musikiperver dostum Aykut Özgel’le yazışırken bana şöyle demişti: “Bir albüm tavsiye edeceğim. Charles Mingus ‘Let My Children Hear Music’. Yazıdan sonra dinledim. Yazının tesiri mi, yoksa albüm de mi tesirli bilemedim?” Bahsettiği yazı, Bir Nokta Dergisi’nin nisan sayısında yayımlanan “Yazarlık Avatarı” serlevhalı yazım.
Mingus’un hiç dinlemediğim bir albümüydü. Üstelik cazı hisseden bu ahbabımın nadirattan müşahhas tavsiyesini pek mühimsemiştim. Gelgelelim hayatın lüzumsuz hay-huyu içerisinde kaybolup gitti bu tavsiye. Ta ki 6 gün sonraki yazışmamızda tekrar hatırlatıncaya kadar: “Daha önce bahsettiğim Charles Mingus’un ‘Let My Children Hear Music’ isimli albümünü dinleyebildin mi abi, dinlediysen nasıl buldun? Bu albümü çok beğendim, hatta plağını almayı düşünüyorum. Fakat bu albümle ilgili tuhaf bir yorum geldi. Tuhaflık bende mi yoksa yorumu yapanda mı senin vesilenle bir sağlama yapmak istedim. Günler sonra o yüzden sordum.”
Bir İhmâlin İhtarı
Bir ihmâl kabahati değildi bu; bir ihtardı: hâlime dair kendimin kendime ihtarı. Vesileye yapışılmadığında tetikte bekleyen izmihlâlin habercisi bir ihtar. Böyle durumlarda ânında müdahale şart.
Öyle de yaptım. Albümü hemen dinlemeye başladım. Bir taraftan dinliyor, bir taraftan da izlenimlerimi sıcağı sıcağına Aykut’la paylaşıyordum; ihmalkârlığımın mahcubiyetini tahfif için belki de. Nihayetinde onun “… bu yorumları okumak da benim kârım… Bu kaç kişiye nasip olur ki? Albümün adını da yanıma aldığımda … bu yorumları okumak benim için çok enteresan, çok kıymetli, çok istifadeli… Yorumları çok kez okudum, daha da okurum. Plağı da alırım. Kimbilir plağın kapak resmini de Chagall’ın ‘Mavi Sirk’inin yanına koyarım.” cümleleri, o yazışmayı sizlerle de paylaşmama zemin teşkil etti.
Bir kayd ü şartla ama: Az sonra sizinle paylaşacağım yazışmalardaki ifadeler, kanaatime göre dostumun söylediği gibi yorum değil, izlenim. Bir albümü dinlerken sıcağı sıcağına edinilmiş çağrışımlarla bezeli izlenimler. Sadece bu.
Öte yandan belki de dostum sadece nezaket sergilemişti ama ben onun bu tavrını ciddiye almıştım; kimbilir. Çoğun yaptığım gibi. Ama şurası da var: Dostumun “Fakat bu albümle ilgili tuhaf bir yorum geldi. Tuhaflık bende mi yoksa yorumu yapanda mı?” diye sorduğu ‘tuhaf yorumu’ da hâlâ bilmiyorum; benim yorumlarımın o tuhaflığa ne miktar yakın düştüğünü de.
Müdahalesiz paylaştığım bu izlenimlerin şarkılarla irtibatlandırılmasını kolaylaştırmak için parça isimlerini ekledim bir tek.
Buyrunuz:
The Shoes of the Fisherman’s Wife are Some Jiveass Slippers:
Daha ilk parçanın ilk melodilerinden farkettiğim husus: Bu parça, belki de bu albüm, bir bakıma Mingus’un en değişik müziği olabilir. Daha doğrusu Mingus tarzına uymayacak kadar melânkolik; santimantalliğe kayacak kadar belki de. İlk melodilerden sonra gelen adeta kakafonik tonun iç karışıklığına temas ettiğini, içerideki karmaşayı resmettiğini varsayarsak iddiamda ısrar edebilirim. Beklenmedik bir şekilde parça ortalarına doğru tipik/olağan bir caz parçasına evriliyor: hapisten yeni çıkmış bir mahkûmun sevincini taşıyan bir gevezelik. Hem konuşmak için konuşuyor, hem de basit ama mühim şeyler söylüyor.
Acılarını Özümsemek
Adagio ma non Troppo:
Adagio da öyle. Lirik, hatta melânkolik. Acı çeken birinin inildemesi adeta. Çektiklerini ‘yavaşça’ özümseyen birinin ruh hâli. Ama öfke de var: anneye, babaya, sevgiliye ve tanrıya.
Şarkı yarısından itibaren dil ve anlatım düzeyinde cazdan çıkıp (adının da etkisiyle belki) klâsik müziğe dönüşüyor.
Don’t be Afraid, the Clown’s Afraid too:
Üçüncü parçada Lâtin edası var. Hem melodik anlamda, hem de tarz açısından. Zaman zaman, terkedilmenin acısı tattırıldıktan sonra özür mahiyetinde sirke götürülen bir çocuğun orada duyacağı müzikler, sesler, fil bağırışları, soytarıların çığırtkanlıkları…
Canlı-yorum bu söylediklerim; tahmin ettiğin gibi.
Çocuk biraz içinde bulunduğu ortamın havasına bürünüp rahatlıyor, korkuyu öteliyor; çok geçmeden ebeveyninin zalimliğinin devam edeceğini kabul edip tedirginliğe geri dönüyor. Palyaço korkusu değil, palyaçolaştırılma korkusu…
Şarkının sonundaki alkış seslerine karışan hayvan sesleri adeta beni haklı çıkarmak için konmuş oraya.
Taurus in the Arena of Life:
Dördüncü parça da adından beklenebileceği gibi hayli İspanyol melodili. Başlangıçta bir Flamenko meyhanesinde dans eden Carmen’e eşlik ediyor adeta. Ortam sihirli bir el tarafından, meyhaneden birden bir boğa güreşi arenasına dönüştürülüyor. Güçlü bir el, deminki dans eden esmer Carmen’i bir pelerin gibi delikanlıya sallıyor habire. Hem kışkırtıyor, hem de aşağılıyor. Şarkı yani sahne, yeniyetmenin sefil yenilgisiyle son buluyor.
Ölümün Soğukluğu
Hobo Ho:
Hobo Ho, içinde hüzün taşımayan bir edayla açılıyor. İki ahbabın muhabbeti. En özgün parça galiba bu. Atipik. Yani hayli free. [*]
The Chill of Death:
Altıncı parçanın en dikkat çekici tarafı seslendirenin (şarkıcının) ses tonu. Ölümün soğukluğu ve kararlılığı yüklü o seste. Zaman zaman aldatıcı bir sıcaklığa da bürünüyor. Ama o sıcaklık, Azrail’in kucağının harareti.
Şarkının son kısmı tamamen Cehennemi bir atmosferi yansıtıyor galiba.
The I of Hurricane Sue:
Son parça kasırganın göbeğine çekiyor bizi. Dişi bir kasırga bu. İçine çekildikçe adeta müşfikçe ve ayağımızı yerden keserek, bir yandan sarıp sarmalanıyoruz, bir yandan da boğuluyoruz. Sevgili/annenin kucağındaki ölümcül sarılış: Hem “Sen benimsin” tavrı, hem de “Sen niçin başkası(nın)sın?” sorgusu… Yani “Sen benimsen seni kimselere yâr etmem.” zalimliği. Ama parça (hikâye) acı/mutsuz bir sonla değil, başka yeniliklere gebe bir anlayışla bitiyor. Bu müziği dinlediğimiz için biz mutsuz değil, arınmış hissediyoruz kendimizi.
Dünya Bir Tiyatro Değil Artık
‘Let My Children Hear Music’e dair Mingus’un şahsen “Şimdiye kadar yaptığım en iyi albüm.” dediğini bilmeden serdedilen izlenimlerin ötesinde albüme dair bir-iki cümle kurmak kâbil mi?
Yukarıda sirk demiştim ya. Dilerseniz o sirki Carnivàle ile yakın tutarak genişletiniz. Güya Büyük Buhran günlerinde geçen ama bütün hakiki sanat eserlerindeki gibi aslen mazi, hâl ve istikbâldeki değişmeyen insanı resmeden Daniel Knauf imzalı ve 2003 tarihli dizinin inşa ettiği genişlikte bir karnaval: Dışarıda hayat varken her birimiz yanlış tercihlerimiz neticesinde kendimizi, derinlerimizdeki bu insan öğütücü karnavala hapsettik ve sıramızı beklemeye ‘hayat’ der hâle geldik.
Öte yandan klâsik dönemde hayat belki en çok tiyatroya benziyordu ama şimdilerde tamamen bir sirke dönüştü; kakafonik bir sirke üstelik. Charles Mingus’un 1972 tarihli ‘Let My Children Hear Music’ albümü de, müzisyenin kendi çocuklarına bıraktığı ‘Eyyühe’l-Veled’ kıvamında ibretengiz bir nasihatname. Bir baba, bir insan ve bir müzisyen olarak bütün birikimini akıttığı, keder ve ıstıraptan müteşekkil bir miski amber kutusu: İnsan, içinde büyüttüğü karnavalı hem başkalarından, hem de kendinden maharetle saklamaya niyetli bir sirk mensubu. Ne ki bir yandan içimizdeki o karnavalı kendimizden perdelemeye gayret ediyoruz, öbür yandan da etrafımıza başka türlü göstermeye: tapınak, vaha, cennet, cehennem, bahçe, aydınlık, karanlık, kuvvetli, takatsiz, arzulu veya isteksiz… İşimize o ân hangisi geliyorsa. Olanca gayretimiz, içimizdeki bu Cehennem cümbüşünü kendimizden de, başkalarından da saklamak. Müzik ise insanın kendi mahiyetini keşfinin tesirli fırsatlarından biri. O yüzden hem Cehennem’in davetkârı, hem de Cennet’in müjdecisi.
Belki de Mingus’un bu albümünü bunca beğenmesinin sebebi, kendi iç sesine dürüstçe kulak verebilmesi hürriyeti ve dinlediği ezgileri ustalıkla müziğe dönüştürebilme mahareti. Evet, hürriyet sadece içtimai bir hak değil, hatta ondan çok daha fazla ferdi bir mesuliyet: kendi derinliklerindeki karnavalın seslerine kulak kabartabilme hak ve mesuliyeti.
Ha, bu arada, Aykut sözünde durdu ve albümün ülkemizdeki son plâğını satın aldı.
Hasanali Yıldırım
[*] Buradaki free, kelimenin birincil karşılığında değil, bir caz anlayışı manâsında: free caz.