


Ensar Altay’ın 2020 yapımı belgesel filmi Kodokushi, Türk sinemasından yükselen bir yapım olarak evrensel bir yaraya dokunarak anlatısını kuruyor. Japonya’da giderek görünür hâle gelen “kodokushi” -yalnız ölüm ve uzun süre fark edilmemek- olgusunu hassas bir bakışla sinema belleğine taşıyor. Film, kurmaca yerine hayatın kendisini tercih ediyor. Karakterler oyuncu değil; herkes kendi yaşamının içinde, kendi gerçeğini sürdürüyor.
Yağmurlu bir gün Tokyo trafiğinde arabanın içinde üç adam “yalnız ölen” yaşlılar üzerine konuşuyorlar. Yalnız yaşayan yaşlılar hakkındaki sözler, kentin sessizliğine karışırken yalnızlığın bir istisna olmadığını, ülkede olağan bir hâl aldığını öğreniyoruz. Rahatsız eden bu fark edişle beraber tek başına yaşamanın neden yalnız ölmek gibi bir sona dönüştüğünü düşünüyoruz. Film, kısa süre sonra bizi daha derin bir şeye hazırlıyor: modernizmin kutsadığı bireyselliğin insandan saklanan o karanlık yüzüne. Kodokushi, bu yüzü yavaş yavaş hikâyesini örselemeden, seyircisini yönlendirmeden açıyor. Arabadan inen bu üç adam yeşil tulumlarıyla ve gaz maskeleriyle bir evin önünde duruyorlar. Tapınağa girer gibi önce kapıda saygıyla eğiliyorlar. İçeri girdiklerinde yalnız başına ölenlerin evlerini temizleyen temizlik şirketi çalışanları olduğunu öğreniyoruz. Ölüyü, çürüyen bedeni görmüyoruz; olan biteni bize mekân anlatıyor: yüzüstü düşen beden, açılmayan kapı, çalmayan telefon… Gün geceye, gece gündüze karıştı; zaman akıp gitti. Kimse gelmedi, kimse bir zamanlar yaşamın olduğu bu evdeki sessiz acıyı duymadı; insanın yokluğu da unutuldu. Zaman kutsal olanı çürütmüştür. Eşyalar, faturalar, mutlu aile fotoğraflarından geriye kalan parlayan gözler, donmuş bir tebessüm… Küçük bir çaydan ilişir gözümüze, Ozu’nun çaydanlarını hatırlarız. Henüz dağılmamış ama bağların çözülmeye başladığı büyük aile günlerinden kalan estetik zarafetle yapılmış çaydanlar. Koca bir ömür, birkaç çöp poşetine sığar. Temizlik şirketi çalışanı Bay Oikawa, geride kalan kişisel eşyaları birinci derece yakınlarına ulaştırmakla görevlidir. Elinde küçük bir kutu, içinde bir çerçeve, yürüyen merdivenlerden çıkar, navigasyona adresi girer, kapıyı çalar: “Temizlik şirketinden geliyorum.” Kapı aralanır; ince bir kadın sesi, nazik ama uzak bir tonda konuşur. Babasından kalan eşyaları almak istemez. Çünkü bu eşyalarda geçmişin kokusu, tamamlanmamış bir hayatın izi vardır. O an belleğimize kazanır: Burada olan sadece ölümün haberi değil, yası tutulmayan bir yokluktur.

Oikawa, bu reddedilişin ağırlığıyla Tokyo sokaklarında yürür. Kutunun içindeki bu yük yavaş yavaş Oikawa’nın hikâyesine dönüşür. Filmin içinde sıcaklığın hissedildiği tek an, Oikawa’nın akşam evine döndüğünde annesiyle ve babasıyla sohbet ederek yemek yediği sahnedir. “Şimdi herkes tek başına yaşıyor,” diyen annesi, karşı sitedeki yaşlı bir adamın evinden gelen kokuyla öldüğünün fark edildiğini, anlatır. Adam öleli iki ay olmuştur. “Biz senden önce ölürüz, kardeşin de yok. Sen ne yapacaksın tek başına?” diye soran annesine Oikawa hafifçe gülümseyerek, “Evlenirim,” der. Sıcak bir sığınak olan aile sofrası, dışarıdaki soğuk dünyanın unuttuğu teması Oikawa’ya hatırlatır. Kamera, sofradaki huzuru gösterirken aynı zamanda onun kırılganlığını da hissettirir. En yakınlarının yanında sessiz bir yalnızlığın içinde görmediği, tanımadığı kızını sosyal medyada arar.
Oikawa, sosyal medyada hesabını bulduğu kızına “Ben babanım.” diye yazar. Kızın yanıtı gecikmez ama o an, iki yabancının konuşmasına dönüşür. Aralarındaki mekânsal uzaklık tanışmayan duyguların da sesi olur. Film boyunca bu uzaklığın tanığı oluruz. Mekânlar, eşyalar, aile fotoğrafları kaybolan bu hikâyenin izlerini taşır. Oikawa, her akşam evine döndüğünde kopan bağı onarmak için sosyal medyada kızına yeniden ulaşmaya çalışır ama cevap alamaz. Bir dönem ülke dışında çalışmış, ailesine vakit ayıramadığı için eşi tarafından terk edilmiştir. Kızı o uzak zamanın ikliminden cevap verir, sesi geçmişte kalan bir sitemi taşır. Film, baba-kız ilişkisindeki bu konuşmalarla çağın yabancılaşmış iletişim biçiminin yankısını duyurur.
Yalnızlığın ve yalıtılmışlığın derinleştiği bir toplum yaşantısının temsilini anlatan Kodokushi’deki sahnelerin yankısı, Japon yazar Byung- Chul Han’ın Palyatif Toplum kitabında kelimelere dönüşür:[1] Narsisizmin ve bencilliğin büyümesi bu yalnızlık yarasını daha da derinleştiriyor; artan rekabet ve azalan dayanışma, insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Yalnızlık, ötekiyle kurulacak yakınlığın yokluğunda acıyı katmerlendiren bir hâl alıyor. Kronik ağrılar, tıpkı bedendeki çizikler gibi, aslında sevgi ve ilgi talep eden sessiz çığlıklardır. Bu bedensel işaretler, günümüzde temasın ne kadar seyrekleştiğinin ve ötekinin iyileştirici eline ne kadar muhtaç olduğumuzun ipuçlarıdır.
Filmde Yalnız Ölümle Mücadele Derneği yetkilileri sitelerindeki yaşlıları bir araya getirmek için açtıkları İki İki Birlikte Kafesi’nde bir araya gelen yaşlılar, kronik bedensel ağrılarından ziyade özlemin, duygusal yoksunluğun ve buna mahkûm olan ağır bedenlerindeki izlerin yalnız görüntüsüne dönüşüyorlar. Görüşülmeyen aile bireyleri, içi doldurulamayan boşluk, beklentinin karşılanmadığı sessiz telefonlar, hiç çalmayan kapılar…

Görünmezliğin Yankısı Geçmişten Bugüne Ağıt
Yalnız Ölümle Mücadele Derneği yetkilisi Oshima, yaşlı üyelerine kuruluş amaçlarını anlatırken yalnız ölen yaşlıların görüntülerinin yer aldığı fotoğrafları gösteriyor: “Fotoğraflardaki gazetelere dikkat edin. Kapı önlerinde birikmiş, içeri alınmamış gazeteler bunlar; yalnız yaşayan bir adama ait. Evinden kokular gelmeye başlayınca arkadaşlarımız o gazeteleri yüzlerine kapatıp içeri giriyor.” Gazeteler artık haberin değil, ölümün işaretleridir. Üyelerine hatırlatıyor: “Gazetelerinizi alın, camınızı açın, alarmlı saatinizi kurun. Bunlar yaşadığınızı haber veren küçük ipuçlarıdır.” Oshima üyelerine kafeye gelmelerini birlikte çay içip sohbet etmek için vakit geçirmelerini istiyor. Bu küçük buluşmaların bir amacı da yalnız kalmamak ve hayatta olduklarından haberdar olmak. Oshima, bu kasvetin içinde sevinçle güzel bir duyuruyu paylaşıyor: “Sakura Festivali yaklaşıyor.” Orada dans edecekler, müzikle nefes alacaklar, bedenlerini hareket ettirecekler.
Kodokushi’yi izlerken zihnimizde Yasujiruō Ozu’nun Tokyo Hikâyesi (Tokyo Story, 1953) filmi beliriyor. Ozu, yaşlı bir çifti Tokyo’ya gönderdiğinde, savaşın yarattığı fiziki yıkımdan çok daha derin bir dramın etkilerini gözlemler. Ozu için yıkılan mekânlar değil, bağların çözülmesi asıl problemdir. Tokyo Hikâyesi’nde anne-baba kente, çocuklarının yanına gittiğinde onların hayatında fazlalık olduklarını hissederek yaşlılıkla ve yalnızlıkla yüzleşirler. Savaş bitmiş, modernleşmeyle ve şehirleşmeyle, çocuklarla ebeveynleri arasında kuşaklar arası çatışma başlamıştır. Bu durumu kabullenme ve ölüm Tokyo Hikâyesi’nde annenin sessizce ölmesiyle gerçeklik kazanır. 1940’ların o günlerinde Ozu’nun yalnızlığı daha çok duygusal bir sızıdır; evin, ailenin, hatıraların anlam kaybına uğramasında ortaya çıkan onurlu yalnızlıktır.

Bir diğer Japon yönetmen Shōei Imamura’nın Narayama Türküsü (1983) filmindeyse insan doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı köyünde “yük” sayılan bir yaşa geldiğinde ölüme terk edilir. Yaşlı kişi artık iş gücüne katılamadığında, beslenme yükünü artırdığında, oğlunun sırtında Narayama Dağı’na götürülür ve Tanrıların yanına bırakılır. Bu gelenek, neslin sürekliliğini sağlamak için kuşaktan kuşağa aktarılmış sessiz bir yasa gibidir. Filmde 69 yaşındaki Orin, annesinin ve kaynanasının da aynı geleneğe uyarak dağa götürüldüğünü şimdiyse sıranın kendisinde olduğunu söyler. Oğlu onu dağa götürdüğünde çevrede yalnızca kemikler vardır. Türküde anlatıldığı gibi kar yağar: “Her şey çok güzel olacak, Narayama’ya kar yağdığında.” Yaşlılığın getirdiği yalnızlık ve “yer açma” beklentisi karşısında Orin’in ölümü dua eşliğinde, karlar içinde sessizce gerçekleşir.
Tokyo Hikâyesi ile Narayama Türküsü aslında aynı ağıdın farklı sesleridir. Birinde kentli yalnızlık, diğerinde geleneksel teslimiyet öne çıkar. Ama ikisinin ortak noktası aynıdır: yaşlılığın “yük” görülmesi ve ölümün kabullenilen bir son olması.
Kar Yağdı Ama Her Şey Güzel Olmadı
Kodokushi, yaşlı bir bedenin tek başına ölümüyle gün yüzüne çıkan yalnızlığın vardığı ürkütücü boyutun izini takip etmeye devam ediyor. Oikawa ve diğer temizlik işçileri, ölümün ardından koku sinen evleri temizlerken yazılmış ama gönderilmemiş mektuplar, unutulmuş fotoğraflar, bir zamanlar paylaşılan hayatların sessiz tanıkları oluyorlar. Bir mektupta, baba evladına şöyle yazıyor: “Seni yalnız bıraktım, işim önceliğim oldu. Çok çalışmaktan sana vakit ayıramadım. Kendini yalnız hissetmiş olmalısın.” Oysa albümden dökülen fotoğraflarda gülümseyen yüzler, birbirine sarılmış mutlu aileler, kutlanan doğum günleri var. Birinci derece yakınların almadığı kutular, Oikawa’yla birlikte tapınağa gidiyor. İçeri alınmayan bir ömrün sessiz tanıkları olan bu eşyaların yakılmasıyla yalnızlık kalıcı hâle geliyor.
Oshima da bir yandan dernek üyeleriyle farkındalık toplantıları düzenlerken diğer yandan sitelerinde yalnız yaşayan yaşlıları düzenli olarak kontrol ediyor. Kapı önlerinde birikmeyen gazeteler ve faturalar, açılmış pencereler onun için devam eden yaşamın küçük belirtileridir. Kontrol ettiği evlerden biri Muramatsu’ya aittir. O gün, penceresi kapalıdır. Oshima kapısına gider; gazeteler alınmamıştır. Kapıyı çaldığında uzun bir sessizlik olur. Ardından Muramatsu kapıyı aralar. Oshima, endişesini dile getirerek gazeteleri düzenli almasını, camı her gün açmasını ister. Hayatta kalmanın işareti bazen yalnızca bir pencerenin açılması, bir gazetenin kapıdan alınması kadar sessiz bir çabayla açığa çıkar.

Film boyunca Japon toplumunun en köklü ilişki biçimlerinden biri olan saygı kavramının kamusal alandaki işleyişine tanık oluyoruz. Bu toplumda saygı, düzeni koruyan, sınırları belirleyen bir ahlâki çerçeve sunar; fakat huzur veren, sıcak bir şahitlik sağlamaz. Bu anlayışta saygı, şefkatten çok mesafe taşır. Resmiyetin, soğukluğun ve aşırı ölçülülüğün hüküm sürdüğü bir toplumsal atmosferde, duyguların ifadesi giderek siliniyor. İnsanlar birbirlerine zarar vermiyorlar ama birbirine ama temas da etmiyorlar. Film, bu uzaklığın içinde sessizce büyüyen yalnızlığı gösterirken şu soruyu sorduruyor: Atalara, mekâna, kurallara gösterilen saygı, neden insanın en temel iletişiminde yoktur; neden onu kırılgan hâle getiren ihtiyaçlar arasında yer almaz?
Film, hikâyeyi zorlamadan derinden duymaya, anlamaya çalışan bir çabayla karakterlerine yaklaşıyor. Bu incelik, filme modern insanın yalnızlığını tüketim malzemesine dönüştürmesini engelleyen bir dil kazandırıyor. Kodokushi, “işte bir trajedi” değil, “işte bir gerçeklik” diyor. Filmin dilindeki bu incelikli anlardan biri, Muramatsu’nun oğluyla yaptığı telefon konuşmasıdır. Kamera, bu konuşmayı mahrem bir alan olarak korur. Bu görüşme esnasında kamera dışarıya odaklanır; rüzgârın usulca salladığı ağaç dallarını, güneşin değdiği çimleri izleriz. Ses gelir, Muramatsu konuşmaya devam eder ama kamera içeri girmez. O ânı saygıyla dışarıdan takip eder. Duygunun yüzdeki yansımasını görmeden kırılgan titreşimini muhayyilemizde duyumsuyoruz. Muramatsu’yu, son sahnede Sakura festivalinde torununu beklerken buluyoruz. Kalabalığın renkli neşesi içinde onun bekleyişi sessiz bir ağıda dönüşüyor. Kamera, bizi bu sahnenin içine yerleştirirken dedeyi yalnızca görmemizi değil, onun sessizliğinde söylenen ağıdı da duymamızı istiyor. Muramatsu’nun bedeni oradadır ama varlığı kalabalık tarafından görülmez. Film, bizi o görmeyen gözlerden, duymayan kulaklardan ayrıştırarak kalabalığın içinde gizlenen çıplak hakikatle baş başa bırakır.
Gelmeyen torun, duyulmayan bir haykırışa dönüşüyor. Oysa Sakura festivali Muramatsu için bir umuttu. Tıpkı yıllardır görmediği kızını parkta bekleyen Oikawa gibi… Bahar gelmiş, kiraz ağaçları çiçek açmış, insanlar bu yeni doğumun başlangıcını kutluyorlar. Ama hakikat ne Muramatsu için ne de Oikawa için değişmez. Bu iki sahne bekleyişi, donmuş bir an içinde mühürler.
Kodokushi’de ne Ozu’nun filmlerindeki gibi kuşakları bir arada gösteren aile manzaraları ne de Narayama Türküsü’ndeki gibi bir kuşağın diğerine devrettiği yaşam düzeni vardır. Modern kent yaşamında, küçük dairelerde tek başına ölen ve çoğu zaman haftalar sonra fark edilen yaşlıların ölümlerindeki unutuluş vardır. Sessizlikle başlayan, bir türkü gibi devam eden ve sonunda yalnız kalan insanın çürüyen hikâyesine dönüşen Kodokushi, geçmişin izini taşımayan insan belleğinin kaybına yakılan bir ağıttır.
Ve nihayet, Narayama Türküsü’nde söylendiği gibi: kar yağdı ama her şey güzel olmadı.
Münevver Sofuoğlu
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.
[1] Byung- Chul Han, Palyatif Toplum, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, 2022, s. 40.