“İnsanlar tüm dünyada hep hareket hâlinde olmuşlardır. Afrikalıların Avrupa’ya gitmeleri göreceli olarak yenidir. Bundan daha eski olan ise Avrupalıların sürekli tüm dünyada dolaşıyor oluşlarıdır.”
Abdulrazak Gurnah
Bu yılki Nobel edebiyat ödülünü Zanzibar kökenli ve hâlihazırda İngiltere’de ikamet eden Abdulrazak Gurnah aldı. 1986’da Nijerya’lı yazar Wole Soyinka, 1988’de Mısırlı yazar Necib Mahfuz ve en son 1991 yılında Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer’den yirmi yıl sonra bu ödül yeniden Afrikalı bir yazara verilmiş oldu.
Gurnah 1948 yılında Doğu Afrika’da Hint Okyanusu’nda küçük bir ada olan Zanzibar’da doğdu ve yirmili yaşlarına kadar burada yaşadı. 1963 yılında İngiltere’den bağımsızlığını kazanan Zanzibar’da kısa bir süre sonra gerçekleşen Sosyalist devrim, bölgede çok köklü değişiklikler meydana getirdi. 1850’li yıllardan beri Omanlı Arap Bu Saidi hanedanı tarafından yönetilen ve Doğu Afrika’nın sahil şeridi ile oldukça geniş iç kesimlerinde hüküm süren Zanzibar Sultanlığı bu devrim ile tarih sahnesinden silindi. Bölgedeki Arap ve Hint kökenli yöneticiler ve tüccar aileler büyük bir katliama uğradılar. Evleri ve iş yerleri yakılıp yıkılarak göçe zorlandılar. Gurnah da bu zorlu süreçte göç etmek zorunda kalanlar arasındaydı ve okulunu bitirir bitirmez 1968 yılında ailesini ve ülkesini geride bırakarak İngiltere’ye sığındı.
Yüzlerce yıldır farklı etnik kimliklerin bir arada yaşadığı çok kültürlü, çok dilli ve çok renkli Zanzibar, hızla ulusallaşma sürecine girerek aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında -yani imparatorluklar çağı sona erdiğinde- aralarında Osmanlı bakiyesi toprakların ve dahi Türkiye’nin de bulunduğu birçok coğrafya ile aynı kaderi paylaştı. Kafkaslardan, Balkan coğrafyasına ve Arap topraklarına kadar her yerde vuku bulan isyanlar, savaşlar ve göç dalgaları ile büyük hareketlilikler yaşandı. Zanzibar da tarih boyunca bağlantılı olduğu bölgelerle arasındaki bağını, kendi ulus inşasını gerçekleştirmek için pek doğal olmayan yöntemlerle koparmaya çalıştı. İşte tüm dünyanın da içinden geçmekte olduğu bu çalkantılı süreç, dönemin entelektüel yapıtlarında kendini gösterdiği gibi Gurnah’ın romanlarının da baş kahramanı oldu. Doğu Afrika’nın kültürel zenginliği, sonrasında Avrupalıların da dahil olduğu karmaşık ilişki ağları, göçler, sürgün, diasporadaki kimlik ve aidiyet sorunu, evdeki yalnızlık ve bir yere ait olamama meseleleri, Gurnah tarafından kendi evreninden hareketle evrensel temalar olarak yeniden anlatıldı.
Her ne kadar Türkiye’de (ve hatta dünya genelinde) diğer bazı Afrikalı yazarlar kadar bilinmese de eserlerinden bazıları Türkçeye göreceli olarak erken tarihlerde çevrildi. İlk olarak Cennet (çev. Abbas Ören, Adam Yayınları, 1998), 28 Şubat’ın soğuk ikliminde uzaklara bakamadığımız, kendi iç dünyalarımızın karmaşasında boğulurcasına nefessiz kaldığımız o günlerde yayınlanmıştı. Romanda şimdiye kadar adını hiç duymadığımız yabancı bir diyardan, ancak hiç beklemediğimiz kadar aşina öğeler içeren bir dünyanın hikâyesi anlatılıyor. Yazarın eserinde çoklu katmanlar murat ettiği ve edebiyat eleştirmenleri tarafından sıklıkla dile getirilen postkolonyal bir anlayış geliştirdiği aşikâr. Ancak en yüzeyde anlatılan hikâye, hikâyenin kurgulandığı mekân, insanlar, âdetler, gelenekler, görenekler de oldukça etkileyicidir: Yazarın çocukluğunun geçtiği Zanzibar -ki Osmanlı kaynaklarında Farsça adıyla “siyahlara açılan kapı” anlamına gelen Zengibar olarak kayıtlıdır- sanki tüm İslam dünyasındaki şehir yaşamının bir minyatürü olarak karşımızda durur. Medreseden (Kur’an kursundan) sokağa dağılan çocuklar, Ramazan ayının zor geçen ilk üç günü ve iftarlar, namaz vakitlerinde okunan ezan ve Kur’anlar, Arap ve Hintli tüccarlar, Yemenli kahveciler, Afrikalı hacılar vb. gibi yazarın hikâyeyi oluşturduğu evren bizde böyle bir duygunun pekişmesini sağlar. Ayrıca yazarın hayal dünyasını besleyen Binbir Gece Masalları, kurt adamlar, gulyabaniler gibi efsane ve hikâyelerden de oldukça tanıdık unsurlar vardır. Ahmet Uluçay’ın fantastik dünyasının gölgeleri, kendi kendine hareket eden nesneleri Gurnah’ın da vazgeçilmezlerindendir.
Elbette bunda Zanzibar’ın tarihinin ve coğrafi konumunun da önemi büyüktür. Osmanlı Devleti’nin de 19. yüzyılın sonlarında Doğu Afrika’da devletler düzeyinde temasta bulunduğu en önemli Müslüman sultanlıklardan biri olan Zanzibar Sultanlığı, İslam’ın erken dönemlerinden beri Uzakdoğudan, Hindistan’dan ve Arap Yarımadası’ndan birçok Müslüman tüccarın uğrak yeri olmuştur. Bu tüccarlar muson rüzgârlarını arkalarına alarak ticaret yapmak için gelmişler, işlerini görüp memleketlerine geri dönmek için beklemek zorunda oldukları süreçte ise yerli kadınlar ile evlenmişlerdir. Ayrıca 19. yüzyılın ikinci yarısında başkentini Zanzibar’a taşıyan Oman Sultanlığı ile birçok Arap yerleşimci Zanzibar’a yerleşmiştir. Böylece yerli Afrika kültürü ve Arap, Fars ve Hint kültürlerinin karışımı olması yönüyle İslam toplumları arasındaki en melez kültürlerinden biri olan Sevahili kültürünün gelişmesine olanak sağlamıştır. Sonrasında Avrupalıların Afrika’yı talan etmesiyle oluşan yeni düzen/sizlik, Ali Mazrui’nin “Afrika’nın Üçlü Mirası” (Triple Heritage) olarak da adlandırdığı yerlilik, İslam ve Avrupa sentezi, Gurnah gibi postkolonyal dönem yazarlarının muhayyilelerini oldukça etkilemiştir. Gurnah sadece Afrika’ya ve Afrikalılara aitmiş gibi görünen birçok meseleyi katmanlı olarak işlediği romanlarında, aslında tüm insanlığın trajedilerine ayna tutar.
Hatice Uğur