Biri hakkında sayfalar dolusu cümleler kurmak mı en zoru, yoksa üstüne kitaplar yazdıracak öylesine derin bir iki sözcüğe sığdırmak mı hayatını?
Bazıları içinse ikisi de hem mümkün hem bir o kadar da zor ve imkânsız.
Peki Selman Natur için?
Filistin hikâyeleriyle yaşayıp kendini bir Filistinli olarak tanımlayan Natur, hem iyi bir dinleyici hem de iyi bir kâtip. Çıktığı yolculukta en önemli vurgusu hafıza.
Birilerinin sürekli yakıp yıktıklarının hayalini, kendi ve toplumunun zihninde diri tutmaya, bunu ortak bir hafızaya dönüştürmeye çalışan bir idealist. Bir o kadar da mütevazı.
Ona göre vatan büyük cümleler kurmaktan ibaret değil, ayrıntılarda gizli. Bu küçük ayrıntılar sadece bir mekânın veya durumların hatırlanması demek değil. Küçükken veya büyüdüğümüzde orada duran bir ağacı bilmek, belirli bir kokuyu hafızada tutmak, Filistin’de yaşayanlarla sürgündekiler arasında bir bağ kurmak. Birçok şey değişebilir: mekânlar veya bizim onlara karşı hissettiğimiz duygular… Ama ortaya konan hafıza hepimizi bir noktada birleştirir.
Natur, Hayfa şehrinin güneyinde, Dürzilerin yaşadığı Daliyat el-Karmel’de, 1949 yılında dünyaya gelir. Babası ve dedesi şairdir. Bu yüzden sürekli şiir okunan bir ortamda büyür. Orada ilköğretim ve liseyi tamamladıktan sonra ardından Kudüs’te bir üniversitede Felsefe tahsil eder. 1968-1990 yıllarında El-İttihad (Birlik) ve El-Cedid (Yeni) dergilerinde gazetecilik yapar.
Ramallah’taki Filistin İsrail Araştırmaları Merkezi’nin çıkardığı Kazâyâ İsrail (İsrail Sorunları) adlı derginin editörlüğünü ve Hayfa’daki Emil Touma Filistin-İsrail Araştırmaları Enstitüsü’nün idaresini üstlenir. Arap Yazarlar Birliği, Arap Müziğini Geliştirme Derneği, İsrail’deki Filistinliler Topluluğu Medya Merkezi gibi birçok dernekte başkanlık görevine getirilir. Ayrıca Adalet Merkezi Yönetim Kurulu’nun, İsrail Komünist Partisi’nin ve Hadash adıyla bilinen birliğin de aktivist bir üyesi.
Ve 48 Araplar’ından.
Hafızasız Bir Nesil miyiz?
Çeşitli kurumlarla Filistin’in hafızasını canlı tutmak adına sözlü tarih çalışmaları gerçekleştirir. Hem toplumsal hem de kişisel boyut kattığı hikâyelerini, halk masallarını tarihsel belgeler arasında harmanlayarak bazen bir kurguyla bazen birebir şekilde yazıya dönüştürür.
Otuz yılı aşkın bir süredir ortaya koyduğu çalışmalarında geçmiş, şimdiki ve gelecek nesli bir arada aktarmaya gayret eder. Her kuşaktan insanla karşılaşır, onları dinler ve sonra bunlar üzerine hikâyeler yazıp tüm insanlığa sunar. Onun deyişiyle bu tam bir insanlık tarihi, bir sözlü tarih projesidir. Vatan için savaşanlar, gördükleri baskılara karşı ayaklananlar, basit ve samimi dualarla devrim ateşini tutuşturanlar, uzakta kalmaya zorlananlar, gündelik hayattan insanlar, ölüm ve hayat, geçmiş ve bugün, vatan ve diaspora konulu Filistin’e dair anlatılar…
Bu kolektif belleğe vurgu yapan Arapça ve İbranca çok sayıda yazı, konferans, kitap ve oyun yayımlar. İsrail makamlarınca birkaç kez gözaltına alınan ve bir süre ev hapsinde tutulan yazarın, Zâkira (Hafıza), Sefer alâ Sefer (Seyahat üstüne Seyahat), Rihletü’s-sahrâ (Çöl Yolculuğu), Hiye Ene ve’l-Harîf (O, Ben ve Hazan Mevsimi) gibi yaklaşık 45 kitabı mevcut.
Sinemayı teknik açıdan zor bulmamasına ve hem oyunculuk hem de yönetmenlik denemelerinde bulunmasına rağmen hikâyelerini anlatma aracı olarak ifade gücü ve dilinin yoğunluğu bakımından tiyatroyu tercih eder. Bu da durumları sadece bir temsilden ibaret kılmaz, metinlerinde gözlenen sorgulama hâline katkı sağlar.
Kalp krizi nedeniyle hayatını kaybeden Natur şimdi, bir akşam karanlığında hep sevdiği Daliyat el-Karmel’de defnedildiği mütevazı bir kabirde. (Mekânı Cennet olsun.)
Selman Natur, 1980’lerde kendi topraklarında birçok mülteci Filistinliyle röportaj gerçekleştirir ve onları biraz kurgu biraz gerçek hikâyeleştirerek kitaplaştırır. “Şeyh Abbas” da o hikâyelerden biri.
Şeyh Abbas [1]
Kendi adıma, hatırlamaktan korkuyorum. Aramızda yaşamış Şeyh Abbas’ın başına gelenleri hatırlamaktan korkuyorum.
Şeyh Abbas otuz yıl önce vefat etti. Çizgili kumbaz [2] giydiğini, beyaz bir eşeğe bindiğini, tomarla anahtar taşıyarak köyden köye dolaştığını hatırlıyorum.
Şeyh Abbas aptal değildi; zekiydi ve mizahı seviyordu. Bir keresinde üstünde beyaz kumbazı, beyaz eşeğine binerken şakacı başka bir adamla karşılaştı ve adam şunu sordu:
– Söyle bakalım Şeyh Abbas, eşek kimdir? Üstteki beyaz mı yoksa alttaki beyaz mı?
Şeyh Abbas hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
– Eşek, eşeğin kim olduğunu bilmeyen kişidir.
Gençliğinde çobanlık yapan Şeyh Abbas, sonrasında devrim saflarında bir savaşçıydı. Taş atmada son derece mahirdi, keskin nişancıydı. Kendisinin de bizzat tanıklık ettiği gibi devrim, devrimcilerin üstünde uçan ve onları bombalayan İngiliz uçaklarını devirmesi için ona “mitralyöz” taşıtmıştı.
Allah rahmet etsin, şöyle diyordu:“Allah vekilindir, her bir mermi bir uçak için ama İngilizler’in bizim tatarcığımızdan çok daha fazla uçağı var.”
Yahudi’yle savaşta “Ayn Gazal” köyünün denizden korunmasında gönüllüydü. Görünüşe göre Yahudi uçaklarının bu taraftan köyü bombalayacağını duymuştu. Silâhını uçaklara doğru tuttu, köye barikat kurdu ve cephanesi bitene kadar ateş etmeye devam etti. Sonra silâhı bıraktı ve mermi almak için telâş içinde karargâha koştu. Köye geri döndüğünde, köyü viran olmuş, uçaklarla yakıp yıkılmış, sakinlerini de oradan göç etmiş hâlde buldu. Ev ev dolaşıp anahtarlarını çekip aldı ve bakır bir telle birbirine bağladığı bu anahtarları her yere yanında götürdü. Ona sorduğumuzda:
– Bu anahtarlar da ne Şeyh Abbas?
Böbürlenerek cevap verirdi:
– Bunlar, Arap uçaklarımızın anahtarları. Anahtarını benden almadıkça hiçbir uçak gökyüzünde uçamaz!
67 haziranında Şeyh Abbas, Arap uçakları havaalanlarına çakıldıktan sonra Şefa Amr’a devrim günlerindeki arkadaşlarını ziyarete gitti. Âniden gökyüzünde bir sürü uçak dönüp durmaya başladı. Şeyh Abbas ayağa fırladı, anahtarlarını aldı ve koşa koşa eşeğine bindi.
– Nereye Şeyh?
Diye arkadaşları sordu.
– Köye… Siyonist düşman uçakları köyümüzü bombalıyor… Kahraman pilotlarımız mutlaka uçaklarımızın anahtarlarını arıyor olmalı… Düşmanı alt etmeleri için açmaya gidiyorum!
Eşeğini mahmuzladı… Ve güneş batmak üzereydi.
İki gün sonra Kermil Dağı’nı Marc ibn Amir’e bağlayan “Cenadiye” yolunda cesedi bulundu.
Cesedi paramparçaydı ve anahtarlar her yana dağılmıştı. Eşeğin paramparça hâldeki cesedi de birkaç adım ötedeydi.
İkisini de sırtlanlar yemişti…
Evet, köylüler ikisini de sırtlanların yediğini söyledi. Yolunu kaybettiği gibi hafızasını da kaybettiğini…
Ve “hafızamızı kaybedersek sırtlanlar tarafından yeneceğiz biz de.” [3]
Şeyh Abbas’ın cesedinin yanında yatan anahtarlarını alma zahmetinde bulunan biri olup olmadığından emin değiliz. Çoktan menteşelerinden kopmuş kapıların anahtarları neden toplansın ki?
Belki de tüm umutlar kaybedildiği için kimse Şeyh Abbas’ın anahtarlarını almamıştı. Nakba yılında binlerce anahtar kaybolmamış mıydı? Birçoğu kapılarda sıkışıp kalmış, birçoğu da kurak yollarda kaybolmuş veya Akdeniz’in derinliklerine gömülmüştü. Uzun yıllar boyunca sahipleri sabırla evlerine/yurtlarına geri dönmeyi beklemişlerdi. Demir anahtarı, umut anahtarıyla değiştirmişlerdi.
Başka hiçbir cansız nesne, duyguları anahtarlar kadar güçlü ifade edemezdi. Sanki aşınma ve yıpranma yasaları geçerli değilmişçesine üzerlerine parmak izleri kazınmıştı. Belki bu gizli hislerin izleri, anahtarları yer değiştirmeden önce onları taşıyan insanların duyguları -ve gelgitleri bile- tespit edilebilirdi.
Bu anahtarlar sayısız şarkıya ve efsaneye ilham vermemiş miydi? Kayıp anahtarlarda, geride bırakılan anahtarlarda, açık ve kapalı kapılarda mahsur kalan efsaneler, hikâyeler… Belki de paslanmış hâlde, sadece birkaç günlüğüne ayrıldıklarına inanan sahiplerinin dönüşünü bekliyorlar.
Ama günler uzadıkça uzadı; haftalara, aylara ve yıllara uzandı. Asla evlerine dönemediler.
Ayşe Yılmaz
[1] Selman Natur, “Şeyh Abbas”, Zâkira, çev. Ayşe Yılmaz, Beytülahm: Badil, 2006, s. 141-142.
[2] Geleneksel erkek giysisi.
[3] Selman Natur, https://motforestillinger.wordpress.com/2015/08/13/motforestillinger-ii-artists-activists/