Kimilerinin nasibi hazıra konmaktır; kimilerininse nasibini hazırlamak.
Nasibe konanlar da katıp katıp yiyici ve satıp satıp yiyici diye ikiye ayrılabiliyorken, sayıları yüzdeye vurulamayacak denli sınırlı bazı kimilerinin nasibi ise dışarıdan bakıldığında kör talih sayılabilecek en menfi şartları bile lâzer ışınlarıyla delercesine kendi yolunu tayin etmek. Olanca menfilikle örülü şartlarına rağmen Ahmet Uluçay’ın ruh macerası, işte bu istisnanın istisnası zümreye mensubiyetini tebellür ettirir tarzda: Çocukken yaşadığı dağ köyüne gelen seyyar sinemanın sihrinden öylesine bir dehşete kapılır ki bu etkilenmişliğini, etkileyiciliği dünya çapına varan yaratıcı kısa filmlerle dillendirir.
Sahiden yenidir bu kısa filmler. İmkânsızlık ve (ilginçtir) sinemanın tekniğine dair ‘akademik’ bilgisizlik, Ahmet Uluçay’ın yaratıcılığının zeminini teşkil eder. Benzerleri yazılagelen cümleler bunlar. Ahmet Uluçay, en az sineması denli yeni, çarpıcı, farklı, bambaşka bir metin kaleme aldı ve bu metin 2015 yılında Küre Yayınları tarafından yayımlandı: Küller ve Kemikler.
“Yaydırıbya Öyküleri” altbaşlığıyla çıkan metin, formel anlamda da farklı bir metin. Adında hikâye geçse de hikâye mi bu metin? Değil. Roman mı? Değil. Senaryo veya senaryo notları mı? Değil! Eee, ne peki? Bir Ahmet Uluçay anlatısı…
Türü Kendinden Menkul
Hem hikâye, hem roman, hem senaryo bu metin (Dikkat! Hem; kısmen değil.) türlerarası olmadığı gibi türdışı da değil. İyi de yaratıcı bir metni ne diye bir türe sığıştırmak mecburiyeti hissediyoruz ki? Doğru anlamak ve gereğince hissedebilmek için tabii. Belki şöyle bir zeminde anlaşmak kabil: Küller ve Kemikler, Ahmet Uluçay’ın, tıpkı kısa filmlerinde imkânsızlığın sınırlarındaki yaratıcı ifade imkânlarını keşfedişi gibi, anlatısındaki yaratıcılığının da sebebi bir ve aynı: teknik bilgisizlik.
İyi de teknik bilgi eksikliği bir yaratıcı yazarın yaratıcılığını nasıl coşturabilir ki? Veya basitleştirerek soralım: Bu tespiti kabullendiğimizde yaratıcılık ile teknik bilgisizlik arasında, (yaratıcılığın lehine) verimi yükselten bir bağ kurmuş olmuyor muyuz? Bal gibi de olmuyoruz! Çünkü cehlin doğurduğu boşluğun farkına varamamak başka bir şey, bilgi eksikliğini en büyük sermayesiyle, yaratıcılığıyla çözmeye yeltenmek ve bunun emsalsizce hakkını vermek başka. Demek ki Uluçay, gömleğindeki eksik düğmeyi göremeyen değil, o eksik düğmeyi, ciğerinden koparmaktan sakınmadığı bir parçayla giderebilen bir şahsiyet. Yüzyılda bir gelen bir müstesna. Bizim hikâyenin ve romanın inceliklerine dair malûmatımızın yekûnunu o tahassüsle keşfedebiliyor.
İnanılmaz bir iddia bu, evet. Ama aynı zamanda vakıa da.
Bütünüyle Keşif ve İcat Mahsulü
Aslında kısa film çeker gibi yazmış Küller ve Kemikler’i: İcat etmiş. Kısmen ortak edebi dile yaslanır gibi yaparken tarz ve eda bakımından yeni, tür açısındansa yepyeni. Dolayısıyla teknik bakımdan rahatlıkla postmodern kategorisine giren bu kendiliğinden anlatı keşfinin, ne orijinalitesinin farkında ne de duyarlılığının ona kazandırdığı şaşırtıcı teşhis ve tespitlerinin derinliğinin.
İyi de kitabın yayımlanmasının üzerinden bunca vakit geçmesine rağmen Küller ve Kemikler niçin henüz Türkiye’deki edebiyat dünyasında bir karşılık bulabilmiş değil?
Sanırım bunun sebebi de (teknik) şartlanmışlık. Şunu demek istiyorum: İcat edildiği dönemden beri elektrikle ilgili bütün gelişmeler nasıl ki doğru akım üzerinden yaşanmışsa ve her yeni elektrikli aletin bu akıma uygun imalâtı ne kadar zorunlu bir şartsa, bu şarta uymayan bir elektrikli aletin, ne kadar fonksiyonel veya ne kadar yeni bir icat olduğuna bakılmadan dışlanması da o kadar mukadder. Bu temsilde Ahmet Uluçay alternatif akımı icat eden kişi konumunda. Sürü-sepet Edison’a oranla yegâne Tesla.
Ve kaderinde.
Hakiki Hikâye Asla Bitmez
Türk Edebiyatı’nın daha fazla yeraltında kalmaya terkedilemeyecek en yaratıcı metinlerinden biri durumundaki Küller ve Kemikler, kolayca tahmin edilebileceği gibi fevkalâde öznel bir metin. Yönetmenin bitiremediği son filmi Bozkırda Deniz Kabuğu’nun senaryosunu yazma sürecine yaslanan, (“Yaslanır gibi yapan” demek daha mı doğru acaba?) bir hikâyenin etrafında halelenmede. Kahramanı Yakup isminde kimselere benzemeyen bir çocuk. Belki yazarın kabulündeki kendisi. Hikâyenin sonu sırlanmış: Belki yazarı hiçbir zaman “Hah! Oldu bu iş.” diyemediği için hiç varolmamıştı; belki de vardı ama gaib oldu. İyi bir hikâye elbette sonunun ihtişamıyla daha bir iyileşir. Yine de Küller ve Kemikler’in bu sonlanamamış hâli bile metninin kudretinden kıl koparamamış.
Hakikatte hayat hep yarım kalmaz mı zaten?
Bir hayatın hakikati ve tamamlanmışlığı, tasavvur edilenlerin tahakkuk ettirilmesiyle mi mümkündür yoksa hakikatin etrafında bir keşif gezisinin, bir örümcek ağı gibi biteviye örülüvermeyi sürdürmesinde mi? İnsan yeryüzündeyken hakikatin keşfini bitirebilen, arayışını sonlandırabilen bir varlık mıdır veya her daim aramaya mahkûm bir yarım kalmış tekâmül macerası mı?
Küller ve Kemikler, bu nevi soruları döne döne sorduran ve muhatabını derinliklere davet eden bambaşka bir metin.
Hasanali Yıldırım
*Bu yazı daha önce 27 Mayıs 2019 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayınlanmıştır.