

Ayşe Yılmaz, Neyzen Bülent Özbek’le üstadı Neyzen Niyazi Sayın hakkında İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu binasında Zift Sanat okurları için bir söyleşi gerçekleştirdi.
Ne zamandır bu topluluktasınız?
30 senedir. İlk iki sene Yıldız Sarayı’nın içindeydi yerimiz. Sonra burası bulununca buraya geldik. Geçen sene Haziran’da da emekli oldum. Müzikten emekli olamadık ama yaş haddinden olduk.
İlginç bir hayat hikâyeniz var. İşletme okurken birdenbire Ney’e başlamanız, sonra Niyazi Sayın’la tanışmanız sizi bambaşka bir yöne savurmuş.
İşletme Fakültesinde okurken, çok farklı bir dünya görüşüm vardı.
Hidayetin de vasıtaları var. Bazen mirasyedi oluyorsun. Nasıl oluyorsun? Müslüman anne-babadan doğuyorsun. Soruyorsun, “Müslümanım.” diyor. Niye? Nüfus kâğıdında öyle yazıyor çünkü. Meselâ adamın biri Katolik’ken Müslüman oluyor. Bütün çevresini, ailesini, herkesi reddediyor. Onun kendi aldığı bir şeyken, bize miras kalan bir şey oluyor. İnsan kendi kazandığı olmadığı için mirası daha kolay çarçur ediyor. Hidayet de öyle. Nereden, ne şekilde ve nasıl tecelli edecek bilinmiyor. Allah bazen kolaylaştırıyor işte. Ama imtihanlar da ona göre zor oluyor. Bazen birdenbire mala mülke sahip olursun. Allah nasib eder, bir bakarsın, gökten zembille inmiş gibi para gelmiş eline. Onu ne şekilde ve nereye kullanacağın meselesi imtihanı ağırlaştırıyor işte. “Kendim çalışıp çabalayayım, maddiyat kazanayım; dünyalığımı yapayım.” diyorsun. Onda da emeğin zorlaşıyor. Öbüründe de imtihanın zorlaşıyor. Sefer Efendi Hazretleri “Her rahmet biraz zahmetledir.” derdi. Yani zahmetsiz rahmet yok. İllâ bir yerden bir şey çıkıveriyor karşımıza.
Müziğe ilginiz ailenizden mi geliyor?
Ailemde dayım müzik severdi, eskimeyen tabirle musikişinastı. Eskiden evlerde ev meşkleri olurdu. Onun evine de İstanbul Radyosu’nun, Türk müziğinin önemli isimleri gelirdi. Akşamları oturur, müzik icra ederlerdi. Dayımın da güzel sesi vardı. Birazcık ud çalardı. Mektepli değildi ama alaylıydı. Fakat çok meraklıydı. Bir de dayıma babasından kalan bir sanat çevresi vardı. Dedem Sezai Adaşol, Yemen’de 12 sene esir kalmış bir tüfekçi ustası. İstanbul’a gelince Fatih’te bir dükkân açıyor, “101 İş Tamir Atölyesi” diye. İspirto ocağı bozulan da getiriyor, saati bozulan da. O zamanlar halk evlerinde tiyatrolar var. Bir yandan da onlara dekor yapıyor. Ressamlık da elinden geliyor. Böyle olunca sanat camiasının içerisinde geçiyor ömrü. Tabii Fatih’te o zamanlar nüfus o kadar kalabalık değil. Herkes herkesi tanıyor, biliyor. Böylece orası devrin önemli sanatçıları Çallı İbrahimler’in, Fikret Muallâlar’ın, genç yaşlı müzisyenlerin, ressamların ve edebiyatçıların uğrak yeri oluyor. Atölyeye geliyorlar, sohbet, muhabbet… Kim bir şey çalıp söylemek isterse söylüyor. Bayramlarda da evin arka tarafındaki bahçede dönme dolaplar kuruyor. Orayı bayram yerine çeviriyor; çocuklar geliyor.

Bayağı renkli bir insanmış.
Çok… Sezai Usta dendi mi, Fatih’in eskileri çok iyi bilirler. Biz hep dedemin mirasını yedik. Nereye gitsem “Sezai Usta’nın torunu” dedikleri zaman dedeme hürmeten akan sular durur olmayacak işler oluverirdi.
Başka kimler gelirmiş?
Meselâ Cumhuriyet döneminin en önemli fasılcılarından Kemal Gürses dükkânın müdavimi. Dükkânda başlayan fasıllar dayımın evinde devam edermiş. Annemin de o fasılların içerisinde kulağı dolmuş tabii. Ben ney üflemeye başladım. Kendi kendime temrin yapıyorum. Bir eser koyup deşifre ediyoruz notadan. Eseri çalmaya çalışıyorum. Annem oradan bakıyor. “Öyle değil orası. Uyduruyorsun. Öyle değil orası.” derdi. Kulağında kalmış.
Özbek’siniz sanırım. Soyadınız öyle düşündürdü.
Ceddimiz Büyük Göç’te Orta Asya’dan, Buhara’dan hicret etmişler buraya. Kırım üzerinden Edirne’den Orhangazi’ye yerleşmişler. Dedelerim sipahi olarak Fatih Sultan Mehmet’le birlikte Orhangazi’den İstanbul’un fethi için geliyor. İstanbul’a Edirne kapısından giriyorlar. Hikâye 700-800 seneye dayanıyor. Soyadı alınırken de “Bizim ceddimiz Buhara’dan geldi, Özbek olsun.” diyorlar, öyle de oluyor.
Niyazi Sayın’la nasıl tanıştınız?
Niyazi Sayın Hoca’yla beni, mahalle arkadaşım Neyzen Salih Bilgin tanıştırdı. Kendisi konservatuvarda Niyazi Sayın’ın talebesiydi. Niyazi Hoca Amerika’da, Seattle Üniversitesi’nde etno müzikolojide Türk müziği dersleri verdiği sırada birlikte Fuat Türkelman’dan ders alıyorduk. Hoca oradan döndüğünde yine konservatuvara başlayınca Salih yine eski Hocası Niyazi Sayın’a geçti. Ben ney’i tanımıyorum. Üslubu, tavrı çok bilmiyorum. O zaman daha ziyade gitar tıngırdatıyorum. Kulağımda Türk müziğine dair bir şeyler var ama ney’in üslubu nedir? Kaval gibi mi çalınır? Nasıl çalınır? Bilmiyorum. Onun bir üslubu var tabii. Niyazi Hoca daha bir cezbetti beni.
Siz arkadaşınız vesilesiyle Niyazi Sayın’ı dinlemeye mi başladınız önce?
Hayır. Ben ufak ufak üflüyordum. Çok uzun hikâye ve tamamen tevafuktan ibaret. Fuat Ağabey Fatih’teki aile dostlarından. O da ney üflüyor. Tatlıcı Cevat’ın torunu. O zamanlar yasaklı zamanlar… Bir apartmanları var. Bir daireyi dergâh gibi yapmış. Çini desenleri, levhalar falan koymuş. Ayda bir gün Özbekler Tekkesi Şeyhi, Necmettin Efendi ve Mevlevi dervişleri falan gelirdi oraya. Halılar kalkar, sema edilir; zikir yapılırdı. Hatta “Burada hu çekiyorlar.” diye o evi birkaç defa polisler basmıştı. O zamanlar öyle şeyler vardı. Bir zaman gitmiştik. Ben çocuğum ama hayal meyal hatırlıyorum.
Fuat Hoca’dan nasıl ders almaya başladınız?
Evdeydik, birden kapı çaldı. Babam “Vay vay!” dedi. Kapıda telâşlı sakallı bir adam. Kiralık ev arıyormuş. Karısı merdivenden yuvarlanıp düşmüş. Korkmuş da. “Bir bardak su verir misiniz?” diye kapımızı çalıyor. O sırada Fatih’ten gelmişiz, Kazasker’de oturuyoruz. Belki 4-5 sene olmuştur oraya geleli. Ev ararken de bula bula bizim evin zilini bulmuşlar. Babam “Fuatcığım sen ne iş yapıyorsun?” diye sordu. “TRT’de ney sanatçısıyım. Şimdi de konservatuvarda hocayım.” demez mi? “Bülent’te de bir ney var. Getirsene oğlum, Fuat Ağabeyin görsün.” dedi babam. “Sen ses çıkartıyor musun?” diye sordu. “Çıkartıyorum bir şeyler.” dedim. “Hadi bir üfle!” dedi. Üfledim. “Sen bayağı dem sesler, kaba sesler çıkartıyorsun. Konservatuvarda talebelerim çıkartamıyor bu sesleri. Sen gel, ben sana ders vereyim. Şu evi bir tutalım da.” dedi. “Tamam ağabey.” dedim ama sonra aylar geçti. O zaman gençlik, toy zamanlarımız, Bağdat Caddesi’nde dolanıyorum. Bir gün beni caddede gördü. “Ev şurası, gel tamam mı?” dedi. “Geliriz ağabey.” dedim. Sallıyorum tabii. İkinci hafta oldu. Bu sefer ağabey girdi koluma, zorla eve götürdü. Kendi neyini verdi. “Al,” dedi “bu da nota. Bundan çalış.” dedi. En azından haftaya adamın ney’ini götürmek için bile olsa gitmem lâzım. Gittiğimde içeride Salih Bilgin ile Aziz Şenol Filiz var. “Haydi siz kaynaşın, arkadaş olun.” dedi. Salih konservatuvardan talebesi, ben de o zaman işletme okuyorum. O gün arkadaş olduk. O arkadaşlık hâlâ devam ediyor. Sonra dediğim gibi Salih, Niyazi Hoca’ya gitti. Ben de artık neyi tanıyıp öğreneyim diye kim varsa dinliyorum ama Niyazi Sayın bana başka bir hitap ediyor. Aka Gündüz de aynı devrin sanatçılarından. Eskiden bazı müzisyenler “Aka aşk üfler, Niyazi sevgi üfler.” diye benzetmeler yapardı. İşte Niyazi Sayın’ın anlatım dili bir başkaydı. Bir hikâyeyi ben anlatırım, bir de başka birisi anlatır veya bir şiiri iki tiyatro sanatçısı okur. İkisi de eğitimlidir ama bir tanesi sana daha fazla hitap eder. Dersin ki “İşte bu adam!”. Diğeri de “Öbürü.” der.

Tabii siz artık onu ayırt edecek tava da gelmişsiniz.
Gayret ediyorum, çalışıyorum. Bir şeyler çalabiliyorum o zamanlar. Sonra bir bayram Salih’e “Niyazi Hoca’nın evine gitsek, ben de bir tanışmış olurdum.” dedim. Gittik. “Selâmunaleyküm”. “Aleykümselâm”. Arkadaşım “Fuat Ağabey’in talebesi.” dedi benim için. “Öyle mi?” deyip kendi neyini verdi. “Al, üfle bakalım.” dedi. Nasıl yani? Ben. Niyazi Sayın’ın yanında… Olacak şey mi? Bir iki nota bastım ancak. Bıraktım. “Cumartesi günleri gel, ben sana ders vereyim.” dedi. O da bir şeyler gördü herhâlde, bunun arkası gelir diye düşündü. Ondan sonra Cumartesileri gitmeye başladım. Gece 12’de, bazen gece 1’de gidiyorum. Sanatçı camiasında böyledir, sabah ezanı dinlenip öyle yatılır. Beylerbeyi’nde çatı katında bir dairesi vardı. Arka tarafı kuş salması atölyesiydi. Küçücük bir yerdi ama bütün Boğaz ayağının altında, çok keyifli bir yerdi. Sonrasında işte böyle devam ettik.
Fakat şöyle bir şey var: Muzaffer Özak Hazretleri kitabında tarikat şeyhlerini bir sınıflandırmaya tabi tutar. Hâl şeyhi, takke şeyhi, tekke şeyhi, avrat şeyhi vs. Gerçek veya hakiki şeyhin yanına gittiğiniz zaman, içinizde bir ibadet etme arzusu uyanır. “Dur, şurada iki rekât namaz kılıvereyim.” dersin. Eve gelirsin, için öyle bir helecanlanır ki “Dur iki tesbih çekeyim.” dersin. Gerçek şeyhin huzuruna gittiğiniz zaman böyle hâllenirsin yani. Hâli geçer sana. Niyazi Hoca’nın yanında da ben işte öyleydim. Belki de Niyazi Sayın’ın hoca olarak talebeleri üzerindeki en büyük vasfı hâlini geçirebilmesiydi.Tabii ki anteni iyi yönlenmiş olan görüntüyü alır. Bazısı gelir ama anteni yoktur yahut görüntü vardır ama parazitlidir. “Karlanma var. Televizyon bozuk herhalde.” dersin. Biz daha ziyade hocayı dinlerdik, bir şey çalmazdık hocaya. “Haydi çalın, dinleyeyim.” demesi de çok nadirdir. Bazen “Bunun burası böyle olacak, haydi yap bakalım.” derdi. Biz genelde dinlerdik.
Bir Kutub, sazı bambaşka bir yere getirmiş bir insandan bahsediyoruz. Çünkü Niyazi Sayın’a kadar olan sazlar için “Ön tarafta 6 delik var. Arka tarafta da var ve delik aralıkları boyunun 26’da biri olacak.” demişler ve onu delip delip yapmışlar. Fakat saz içerisine girdiği zaman akord bozuk. Tek başına dinlediğinde dudak onu biraz ayarlıyor ama sazlar içerisinde akord bozuk. İstediğin seslerin randımanını alamıyorsun. Niyazi Sayın bunlar üzerine de çalışmış. Kendine göre açma teknikleri bulmuş. İşte “Şu deliği iki milim yukarı kaydır, bunu bir milim aşağı kaydır.” derken açma tekniğini de geliştirmiştir. Ney teknikleri üzerine büyük çaba sarfetmiş ve neyi çok önemli bir müzik aleti hâline getirmiştir. Ney zaten kendi başına dinlenir; keyiflidir. Ama saz içerisinde neyin o kadar yeri yoktu. Bunlar Niyazi Sayın’la birlikte arttı.
Hocanın yanına gittiğimde -bunu kendim için söylüyorum- hocanın yanında çalmaya edep ediyordum, bundan hicap duyuyordum. Hoca hep bir şeyler yaparken orada devamlı taş plak çalıyor. İçim helecanlanıyor. “Kalkayım eve gideyim de, biraz ney üfleyeyim.” diyorum. Bu adam müzisyen ama eve bir gidiyorsun; evde levhalar var, her taraf kütüphane, plaklar, notalar, kayıtlar… Ebrular bir tarafta, tesbihler bu tarafta. Hoca hezarfendi. Tesbih yapar, ebru yapar. Karanlık odası vardır. Onlarca kaliteli fotoğraf makinesine sahiptir. Fotoğraf çeker, kendisi tab edip kâğıda basar fotoğrafı. Yani her konuda elinden iş geliyor. Ney dersen, arkası torna atölyesi. Neyin başına boynuzdan bir baş-pare koyarız. Onu kendisi çeker. Kamışları alır, neylerini kendisi açar. Komple sanatkâr adam. Ve hep şunu derdi. “Sadece ney üflemek yetmez. Onu diğer sanat dallarıyla da besleyin. Eğer onlara yetin yoksa bu iş bir kültürdür. Bu kültürün beslenmesi lâzımdır.” Bize yemek pişirmeyi öğretti hoca, yemek yemeyi değil. Bugün konservatuvar eğitimlerinde yemek yemeği öğretiyorlar. “Bu senin enstrümanın, bu da notan.” diye önüne getiriyorlar. Takır takır makine gibi çalıyor herkes. Hiç hatasız. Çok güzel. Lezzet? Fabrikasyon. Onun çaldığı da, öbürünü çaldığı da aynı. Bir şey değişmiyor. Bilgisayara çaldırmışsın gibi. Yenilerden çok sağlam, makine gibi müzisyen arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz var. Ama lezzet kısmına geldiği zaman bir bakıyorsun ki bu lezzeti verebilenler Tamburi Cemil Bey’i, Nihal Sayın’ı, Necdet Yaşar’ı, Bekir Sıtkı’yı, Alaaddin Yavaşça’yı dinlemişler. Böyle 4-5 tane ana damar var. Eski Hafız Samiler’i, Hafız Kemal Efendiler’i dinleyenler, o kültürü de diğer yan kollarla besleyenler bir “şey” olmuşlar.
Tasavvuf kültürüyle beslenmesi gereken bir enstrüman olarak gördüğü için de böyle bir bakışa sahip diyebilir miyiz?
Niyazi Sayın’ın bir gün bana “Ney tasavvuf müziği sazı mı?” diye sordu. “Evet, dini musiki sazı.” deyince “Sen tasavvufu bilmezsen bu sazla ne anlatacaksın? Bilen de dinler, güler. Öyle değil babacığım.” derdi. “Ne yapmak lâzım?” dedim. “Okumak lâzım.” dedi. Beş tane kitap verdi. Onları okuduk.
Nasıl kitaplar? Musikiyle mi ilgili yoksa dini mi?
Dini kitaplardı. Hoca biraz Melâmi meşrepti. Abdülkadir Belhi Hazretleri’ne yakın hissederdi kendini. Sünni bir itikat değildi. Artık ben de Cerrahi tekkesine gidip geliyorum, Muzaffer Efendi’yi dinliyorum, Safer Dal Hazretleri’ni dinliyorum, Tuğrul Efendi’yi dinliyorum… “Hocam hiç buralara girmeyelim. Siz benim sazda mürşidimsiniz, maneviyatta mürşidim başka.” dedim. Çünkü söylediğim bir şey onun hoşuna gitmeyebilir, onun söylediği bir şey bana hoş gelmeyebilir.
Netice itibarıyla tasavvufi içerikli kitaplardı. Bazılarını hiç anlamıyordum, bazılarını okurken çok zorlanıyordum, bazılarını bünyem kabul etmiyordu. “Hocam kafam takıldı. Böyle böyle demiş, burada ne kastediyor?” deyince “Atla, gel.” diyordu. Bazen gecenin birinde gidiyordum, geceyi sabah ediyorduk. Sabaha karşı yola çıkıyordum. O zaman vasıta da yok, Üsküdarlar’a Beylerbeyi’nden yürüyordum. Çok güzel günlerimiz geçti. Benim dilim sivridir biraz. Edepsizlik ettiğim zamanlar da oldu hocaya karşı. 3-5 ay küstüğümüz olmuştur.
Siz mi küstünüz, o mu küstü?
Ben de küstüm. Onun küsüp küsmediğini bilmiyorum. Biz arıyorduk onu, onun bizi arayacak hâli yok.
Küsme sebepleriniz neydi?
Meselâ 6 ay ders almak için evine gittim. Bir gün bile “Çıkar da şu neyi bir üfle.” demedi. Cumartesi günleri sözde ney derslerine gidiyorum. Yok hiçbir şey. Tornada baş-pare yapıyor, onu görüyorum. “Şurada mürekkep yapılacak.” diyor, kök boyaları eziyoruz. Yeri geliyor teyp tamir ediyoruz, ebru yapıyoruz, tekne hazırlıyoruz. Ama ney yok. Taş plaklar, Cemil Beyler falan çalıyor, duyuyoruz. Onu ben evde de yaparım.

Kendisi üfler miydi?
Kendisi de çalmıyor. “Akşama dolma yiyelim.” diyor, biber dolması dolduruyor, “Sen orada kıymayı yuvala.” diyor. Altı aydır böyle bir hayat yaşıyoruz ama ney yok ortalık yerde. Bir gün “Çıkar neyini, üfle.” dedi. Her derse götürüyorum zaten neyimi. Çıkarttım. Üflemeye başladım. “Dur,” dedi, “bana öyle bir ses üfle ki buradan (Eliyle kalbini gösterir.) girsin, oradan çıksın”. “Nasıl bir ses bu?” dedim. “40 senedir arıyorum ben o sesi.” dedi. Ben de neyi aldım, kılıfına koydum. “Hocam sen 40 sene bulamamışsın, ben 4 dakikada mı bulacağım?” deyip vurdum kapıyı çıktım. İşte küsmelerimiz böyle. Ama ağlaya ağlaya gidiyorum yolda. Sinirim bozuldu. İki dakika çıkarmışım, bir kere üflemişim. Bana “40 senedir aradığım sesi çıkart.” diyor. Bayram günüydü. Üsküdar’da, Çiçekçi’de Safer Dal Hazretleri’nin evi vardı. Dedim “Benim hâlimden anlasa anlasa Safer Efendi anlar.” Gittim Safer Efendi’ye. Misafirleri vardı, Hafız Nezih Tolan falan. Akşam geç bir vakit onlar kalkınca bu saatten sonra bir şey konuşulmaz diye ben de müsaade istedim. “Sen otur.” dedi. Ne olduğunu sordu, ben de anlattım. İkimiz için kahve yapmasını istedi hanımından. Başladı Safer Efendi tasavvufi bir şeyler anlatmaya. Çok da güzel anlatıyor. O kadar lezzetli ki ruhumun hoşuna gidiyor, ruhum besleniyor. Ama ben anlamıyorum. Ne kelimelerden anlıyorum, ne manâlardan anlıyorum, ne de ıstılah biliyorum. Anlatıyor bir şeyler ama hoş, çok hoş… Yerimden kıpırdayamıyorum. Bir ara bir sessizlik oldu. Eve telefon açayım dedim. “Baba ben biraz gecikeceğim. Merak etme” dedim ama “Saat beş.” dedi. Haberim yok.
Saat on birden beşe kadar tam altı saat Hazret bana bir sürü bir şeyler anlattı. Neyse eve gelip yattım; bir rüya gördüm. Ben diyeyim, çağlayanlar akıyor, sen de ki kuşlar cıvıldıyor. Öyle bir ses, nasıl güzel bir ses! Uykumda ağlamışım. Uyandığımda o ses hâlâ kulağımda. Neyi aldım. Do, re, mi, fa… Yok öyle bir ses. Fa, fa diyez filân. Yok. Öbür neyi aldım. Boy boydur bizde neyler. Ses kulağımda ama o sesi bulamıyorum. Sazdan kalktım. Öğleden sonraydı. Yine Çiçekçi’ye Safer Efendi’ye gittim. “O ne yahu, rüyanda mı gördün ba?” dedi. “Sizi görmedim ama bir rüya gördüm.” dedim. Ben rüyayı anlatırken Safer Efendi’nin gözleri doldu; duygulandı. “Oğlum, ne mutlu! “Elestü bi-Rabbiküm” nidasını duymuşsun. Anladın mı şimdi Niyazi hangi sesi arıyor?” dedi. “Efendiciğim ben bir gidip hocanın elini öpeyim. Ben eşeklik ettim.” dedim. Kapı açıldı. Niyazi Hoca’nın saçları taranmamış, elektrik çarpmış gibi dimdik, Neyzen Tevfik’e benzer bir hâlde.
Neyzen Tevfik’le tanışmış mı?
Bilmiyorum. Neyzen Tevfik bizim tarafımızdan neyzenliğinin dışında daha çok sevilir. Değişik bir kişiliktir çünkü.
Neyse Niyazi Hoca geçti atölyeye. Sehpanın üzerinde bir ney ve Şehnaz peşrevi yazan bir nota. “Üfle bakalım.” dedi. “Üflemeden evvel ben sizden özür dilemeye geldim. Terbiyesizlik ettim.” dedim. “Tamam, tamam. Üfle.” dedi. İhsan Özgen var, kemençe çalar. “Bunu Ankara Radyosu’nda çalmış, kaydını bulalım.” dedi. Arşivinden kaydını bulup makaralı teybe taktı.” Çok güzel çalmış İhsan. Kaydını sana da vereyim.” dedi. Sanki orada nota ile ney beni bekliyordu. Benim oraya geleceğimi biliyordu. Onlar benim için hazırlanmıştı. Ben neyi üfledim. “Dur, sen buradan Safer Baba’ya mı gittin?” dedi. “Evet.” deyince “Üfleyişinden belli. Dünkü gibi üflemiyorsun.” dedi. Rüyamı anlattım. “İşte kırk senedir o sesi arıyorum.” dedi. Dedim “Bunu nasıl bulacağız?” “Gayret edeceğiz, arayacağız.” dedi.
Hocayla ilişkim başka boyutlardaydı. Biz daha ziyade bu taraflardan konuşurduk. Onun daha güncel konuları konuştuğu başka talebeleri de vardı. Fakat herkesin üzerinde bir tesiri vardı. Bütün talebeleri onun o nazarından, tesirinden etkilenmiştir. Zaten saz çalışından etkilenmeyen yok, herkes etkileniyor.
Bir de Niyazi Sayın’ın en önemli tarafı saz musikilerimizi saz eseri olarak sahneye taşımasıdır. Artık bir ney ile bir tambur konser salonlarını dolduruyordu. O zamana kadar Zeki Mürenler’in konserine, Cemal Reşit Rey konser salonuna veya Şan Tiyatrosu’na gidiliyordu. Bir tambur, bir ney ile konser veriliyordu artık. Niyazi Sayın’ı, Necdet Yaşar’ı dinlemek için içerisi binlerce insanla doluyordu. Saz musikisini öyle kaldırıp sunmuştur. Onun en önemli tarafından biri de budur. Türk müziğine yaptığı en önemli hizmettir. Ona kadar hep sözlü eserler, söz musikileri ön plandadır. Saz musikisi olarak bir yere getirmiştir. Bugün bile yüz kişilik salonda birisi kanun konseri verir. Ama Niyazi Sayın konser verdiği zaman salonlar doluyordu. Ne yapacak? Bu eseri nasıl anlamış? Onu bize nasıl ifade edecek? O ifadede nasıl bir süslemeler olacak? Nelerle karşılaşacağız? Nasıl bir hâletiruhiye ile… Gidersin oraya işte. Neyle Rumeli Hisarı’nda konser verdi ve hisar doluydu.
Genel olarak nasıl biriydi?
Nüktedan bir insandı; takılır; bildiğini anlatmayı severdi. Müthiş eli açık bir insandı. Bir gün “Ali Alparslan’a gidelim de hat dersi alalım.” dedi. 10 kilo is mürekkebi almış. Bu bir hattata ömür boyu yeter. Birilerine vermek için o kadar çok alırdı. Tek başına yaşadığı hâlde gidip eve 5 kilo elma alır. İsteyen alsın diye geniş çanaklara koyduğu meyveler masanın üstünde dururdu.
Hep eli boldu, cömertti. Bir şeyden iki tane alırdı, kırılırsa dursun diye.
Bu eli bolluğu maddi-maneviydi, diyebilir miyiz? Sadece maddi değil, öğrendiğini, bildiğini her türlü paylaşmış sanki.
Evet. Kendinde kalan bazı şeyler vardı. Bunu artık söylememde bir sakınca yok sanırım. Radyoda ve konserde yaptığı çok artistik, sanatsal içerikte muhteşem taksimler vardır. Cerrahi tekkesiyle Amerika’ya gitmiş. Orada zikrin ortasında hüseyni bir taksim yapmış. Belki bin kere dinlemişimdir ve her dinleyişimde ağlamışımdır. Burada, Karagümrük’teki tekkede yaptığı taksimler de var. Kasetleri dinliyorum, bana “Çalarken şöyle yapmak lâzım, böyle yapmak lâzım.” dediği şeylerin hiçbiri yok bazı taksimlerinde. Aldım o kasetleri de, diğer kasetleri de. Koydum önüne. “Bu kim? Bu kim?” diye sordum. Tuğrul Bey’le de böyle konuştuğum olurdu.
Bazen muhabbetin çokluğunda edep sakıt olur. “Burada bir Niyazi Sayın var, burada başka bir Niyazi Sayın var. Bize böyle bir Niyazi Sayın’ı anlatıyorsun ama burada, Cerrahi tekkesine yaptığın işlerde falan başka bir şey var. Bunlar ne?” dedim. “Orası tekke oğlum, artistlik kaldırmaz. Oradaki adamın aşkını arttırman lâzım. Sen vesilesin. Ön plana çıkman icap etmez.” dedi. Bunu da ilk defa sana söyleyeceğim. Basında filân hiç konuşmadım bu konuda. “Taksim yaparken, bir haletiruhiyeye giriyorsun. Hocam, o haletiruhiyeye nasıl giriyorsunuz?” diye sordum bu sefer. “Bunu da ilk soran sensin. Derviş adamdan da başka şey çıkmaz zaten. Ben taksim yaparken içimden mevlit veya kaside okurum. O işte taksimi başka bir hâle getiriyor. Yanlış yola sapamazsın.”

Çok ilginç. Bir yandan mevlit okurken bir yandan öyle bir eser çıkarabilmek için zihnin farklı şekilde çalışması gerekiyor.
Aynı şey bizde de var ama biz sonra yapacağımız melodiyi düşünüyoruz. “Şimdi buradan başka bir makama geçelim mi? Meselâ hicazdayken arada bir eviç açayım mı?” diye. Hoca öyle bir şey düşünmüyor ki. “Âmine Hatun Muhammed annesi / Ol sadeften doğdu ol dür dane”si çalıyor orada. Onda makam yok, hiçbir şey yok. Kendisi gidiyorsa bir yere gidiyor. Bir hafız gibi düşünüyor. Onu dinlediğimiz zaman da bıçak gibi kesiyor bizi. Ama bunları sazın üstünde görmedik. Biz, Niyazi Hoca’yı dinleyerek öğrendik. Biz kulaktan talebesiyiz, pratikten değil. “Haydi al şunu, çal.” dedi; çaldık. Konservatuvarda talebelerine “Orasını öyle değil de, burasını böyle yapsan daha iyi olur.” diye öğretiyordu. Müfredat vardı önünde. “Bu sene şu iki peşrevi Ocak’a kadar çalacak bu talebeler.” deniyordu. O da öğretiyordu. Arada yine bu sohbetlere de giriyordu. İşte o yüzden Niyazi Hoca nazarıyla, nefesiyle, sözüyle talebeye bir atmosfer yaşatıyordu. Çünkü bir kültürü, Osmanlı musikisini anlatıyorsan Osmanlı’nın ne olduğunu bileceksin. Ben Müslümanım diye sokak ortasında elinde tesbih, dilinde zikir geziyorsun. Hz. Muhammed’in hayatını bilmiyorsun, nasıl yaşadığını bilmiyorsun. Evde nasıl bir kocaydı, nasıl bir babaydı, arkadaşlarıyla muhabbetleri nasıldı? Bilmiyorsun. Sadece kılına, kıyafetine takmışsın. “Onun gibi giyineyim, sakalımı onun gibi yapayım da kılım üç parmak mı uzayacak yoksa iki parmak mı uzayacak.” diye kıl, tüy derdine düşmüşüz, fistana takmışız. Efendimiz’i bilmek lâzım. Hanımına karşı nasıl bir muhabbeti vardı? Benim bildiğim en büyük âşık. Hanımı bir bardak su getiriyor, hanımına uzatıyor bardağı. “Önce sen iç.” diyor. Onun dudağının değdiği yerden içiyor. Evin erkeğine bak! Böyle bir âşık, böylesine zarafet sahibi. Bunları bilirsen, senin anlattığın İslâm da karşı tarafa öyle tesir eder. Yaptığın musiki de tesir eder. O yüzden bizi o atmosfere sokardı hep. O atmosferin içerisinde olduğumuz için Niyazi Sayın’ı tanımak şansına erdik.
İtikadımız farklıydı ama saz çalışımızda temel mantık “Bu saza nasıl yaklaşmak lazım?” düşüncesinden hareket ediyordu.
En son ne zaman görüşmüştünüz?
Son zamanlarda felç geçirdi. Ondan sonra toparlanamadı. Konuşamaz oldu. Konuşup bir şeyler anlatmak üzere yazıyordu, gösteriyordu. Zor da oluyordu. Ben de o hâlini gördüğümden çok rahatsız etmiyordum. En son altı ay evvel gittim. Yeri gelince “Hocam, üzerimizde emeğin çok. Üzerimizde hakkın çok. Helâl et.” dedim. “Sen beni hiç utandırmadın.” dedi. Öylece helâlleşmiş olduk. Bu da bana yetti, bunca senelik emeğime…
Niyazi Sayın’ın mirasını talebelerine aktardığını ve bu şekilde korunacağını düşünüyor musunuz?
Hoca ile bir devir daha kapandı zannımca. Elbette Hocanın musiki mirasını hâlen yaşayıp yaşatacak talebeleri var, hamd olsun. Şu bir gerçektir, Allah bir yarattığını, bir daha yaratmaz. Niyazi Sayın nev-i şahsına münhasır kişiliği ile hiçlik yolculuğunda, hep olarak gönüllerde yaşayacaktır…
Bu güzel söyleşi için, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Estağfurullah…
Ayşe Yılmaz
*Kapak fotoğrafındakiler: Bülent Özbek, Niyazi Sayın, Salih Bilgin. (Soldan sağa)
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.