Türk resminin öncü isimlerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu sağlığında pek çok girişimde bulunmasına rağmen yayınlayamadığı, 21 Eylül 1975’te ölümünden birkaç yıl sonra oğlu Mehmet Eyüboğlu tarafından yayınlanan kitabı Resme Başlarken’i eşi Eren Eyüboğlu’na ithaf eder. İlk kez 9 Nisan 1953’te Cumhuriyet Gazetesi’nde yer verilen aşağıdaki metin; tasarım, acıma duygusu ve iyi insan olma arasında kurduğu ilişki üzerine düşünmeye çağırıyor bizleri.
TASARLAMA GÜCÜ
Bedri Rahmi Eyüboğlu
İş becerenin, kılıç kuşananın, aş kotaranın, ama bu dünya da tasarlayabilenin… İşte bu süzüm süzüm süzülen uçak, işte bütün pencerelerinden ışık boşanan bu kocaman gemi, şu minare, bu fabrika bacası, şu, sağrısı bir tay gibi, okşama arzusu veren taksi, hepsi hepsi son zerresine kadar tasarlanmış şeyler değil mi?
Tasarlama, hepimizin her gün, her saniye yaptığımız iş. Fakat yarabbi ne zor, ne belâlı iş! Meslek tasaları ağır basmaya başladıkça, insan tasarlama gücünün ne demek olduğunu daha iyi anlıyor. Kendi kendime durmadan şunu tekrarlıyordum:
– Öğretimin hangi kolunda olursa olsun, en küçük yaştan başlıyacak, en önemli eğitim; tasarlama gücüne dayanmalıdır. Tasarlayabilmenin faydaları el ile tutulacak, gözle görülecek şekilde, en küçük yaşta içimizde yer etmelidir.
Bir işi, bir odayı, neresine kadar, kaçıncı basamağına, kaçıncı bölümüne kadar tasarlayabiliyoruz? Tasarladıklarımızla hakikatin kendisi arasındaki birleşen ve ayrılan noktalar hangileridir? Tasarladıklarımızı yapabiliyor muyuz? Hiçbir zaman olmayacak, işe yaramayacak, ipe sapa gelmeyecek şeyler tasarlamakla ne kadar vakit geçiriyoruz? Bu sonuncu tasarlama nevine yanılmıyorsam kısaca dalga geçmek deniyor ve şu anda binlerce okulun tahta sıraları üzerine çakı ile kertilen çentikler bir ağızdan sesleniyor:
– Bizimki gene çakıyı eline aldı, bir şeyler oyuyor. Bal gibi dalga geçiyor. Hem yontuyor, hem de birbirine eklenmiş filmler, birbiri üstüne çekilmiş fotoğraflar gibi aklından birbirini tutmıyan şeyler geçiyor. Taksi boşuna yazıyor!
*
Birbirini tutan, birbirine eklendikçe büyüyen, basamak basamak yükselen, perde perde açılabilen tasarlama gücü! Okulda birçok derslerin senin şerefine konduğunu ben ancak saçlarım ağarmaya başlayınca farkedebildim. Bize hesabı, hendeseyi, tasarlama gücümüzü geliştirmek için öğretiyorlarmış meğer. Coğrafyası da tarihi de buna dayanıyormuş… Haberimiz bile olmamış!..
Bugün lise sınıflarında hesaptan, hendeseden bunalıp edebiyata ve resime heves edenlere:
Sanki onlara:
– Siz şekeri tatlı sanıyordunuz, fakat yanlış, aslında şeker de acıdır!
Demişsiniz gibi tuhaf tuhaf yüzünüze bakıyorlar… Dönüp dolaşıp bütün gayretimiz, bütün gücümüz, kuvvetimiz, dinimiz, imanımızla tasarlama kapısında soluğu alıyoruz. Tasarlayabildiğimiz kadar kuruyor, gözümüzün önüne getirebildiğimiz kadar düşünüyor, inanabiliyor, seviyor veya nefret ediyoruz.
Böyle olduğu halde ey dostlar! Niçin birçok şey öğreniyor, öğretiyoruz da bu gücün üstünde durmuyor, ince eleyip sık dokumuyoruz?…
Bana öyle geliyor ki insanoğlunun en az gelişmiş, en az serpilmiş tarafı budur. Eğer bu tarafımız güdük kalmasaydı. Eğer bir çok şeyleri sırasıyle gözümüzün önüne getirebilseydik dünyamız çoktan cennete dönerdi. Her şeyden önce aklıma gelen şu oluyor: Daha iyi tasarlıyabilseydik daha çok acıyabilirdik. Daha çok acıyabilseydik daha iyi insanlar olurduk. Deprem vurup bir tarafımızı çökertiyor, ürpertiyor, fakat bir türlü felâketi bütün çıplaklığı ile, çadır çadır, ocak ocak gözümüzün önüne getiremiyoruz. Deniz bir vuruşta seksen bir tane yiğidimizi diri diri gömüyor, gömüyor da başımızı ellerimizin içine alıp seksen bir dakika, araya kendi tasalarımızı katmadan biteviye onları düşünemiyoruz. Hepimiz yürekten sadece bir:
– Ah!.. Ne müthiş değil mi? Ne korkunç bir şey değil mi? diyebiliyoruz.
Bütün iyi niyetlerimize rağmen facianın çeşitli yüzlerini bir bir gözümüzün önüne getiremiyoruz. Araya ikide bir korkunç bir parazit halinde kendi günlük tasalarımız karışıyor. Tasarlıyabilmek için en mühim şart herhalde her şeyden evvel kendi ağırlığımızı hissetmemek olsa gerek. Parmaklarımızın ağırlığını duymayışımız gibi. Kendi tasalarımızı bir yana iterek; kana kana başkalarını düşünebilmek, onların acısını, sızısını tasarlıyabilmek. İşte en güdük kalan tarafımız bu.
Halbuki bu merhamet balı
dağarcığımıza
Bayramdan bayrama yalanmak
için doldurulmadı
Bu kahpe tasarlama perdesi
kafamıza
Sadece kendi suratımızı oynatmak
için kurulmadı
*
Bir aralık resim hocalığının zoruyla olacak zihnim şu noktaya takıldı kaldı:
– Şair kelimelerini, beraberinde taşır, çarşıda, pazarda, yemekte, yatakta, kelimeler emrine âmadedir, onlarla kafasında düzenler kurar, bozar. Ressam, paletinde kendi eli ile hazırladığı renklerle düşünür. Bu renkleri tasarladığı biçimler içerisine koyarak bir şeyler hazırlar.
Her ikisinin de, rahat rahat tasarlıyabilmeleri için gereken malzemeyi kafalarında taşımaları şart. Bunlardan biri; kelimelerle düşüne dursun öteki renkler ve biçimlerle. Fakat hepimizin zahmet çekmeden gözümüzün önüne getirebildiğimiz, kesin olarak tasarlayabildiğimiz şeyler acaba nelerdir?
Bunu bir çok yakınlarıma sordum. Ve şöyle bir sonuca vardım: İnsan dediğin ne kelime ile düşünüyor, ne renkle, ne biçimle. İnsan dediğin insanla düşünüyor. Bir rengi, bir biçimi sevdiğin veya nefret ettiğin bir kimsenin yüzü gibi, gözünün önüne getirebiliyor musun?
Hiç durma, resim yap.
Başımız kendi haline bırakıldı mı oradan boyuna insanlar gelip geçiyor, insanlar konuşuyor. Hep onların halleri, gülmeleri, ağlamaları, binbir çeşit davranışlarıyle dolup taşıyoruz. Başımızda dolaşan insanlar arasında bir tanesi var, en münasebetsizi o!.. Her yere burnunu sokuyor. Her taşın altından çıkıyor. Her söze karışıyor, ah bir onu susturabilip ötekileri dinleyebilsek!..
– O da kim ola?
– Kim olacak? Haşmetlû kendimiz efendimiz hazretleri.
* Metin, imlâsında aslına sadık kalınarak okuyucunun takdirine sunulmuştur. Bedri Rahmi Eyuboğlu, Resme Başlarken, İstanbul: Cem Yayınevi, 1977, s. 20-23.