Tarık Buğra’nın sanat anlayışını ve dünya görüşünü en iyi yansıtan cümleler, yine kendi ifadeleri olsa gerek:
“Ölçüm her zaman insan oldu; onun çeşitliliğine, bir kalıba dökülemezliğine her zaman inandım. İnsanın yaratıcılığına güvendim, toplumun kaderini insanda gördüm. İnsana yaklaştıkça topluma yaklaşacağıma inandım; insana kazandırmadıkça topluma kazandırılmayacağına inandım. Mutluluğu, eşitliği vs. her çeşit gelişimi insanın hürlüğü dışında mümkün göremedim.” [1]
Tarık Buğra’yı 1970’de TRT Roman Ödülü’ne lâyık görülen İbiş’in Rüyası adlı romanından kısa bir alıntı ile anmak istiyoruz. Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen İbiş’in Rüyası, Buğra’nın kendi ifadeleriyle “tiyatromuzun bir dönemini ve bu dönemdeki insanları anlatma isteğinden doğmuştur.” [2] Buğra, meşhur tulûatçı Naşid’in hayatından etkilenerek 1930’larda İstanbul’da ortaoyunu icra eden bir tiyatro sanatçısının dramını çizer. [3] Buğra’nın yarattığı karakter Nahit, kendi sözleriyle, “kitlelerin kaderini temsil eder. Nahit az alıp çok veren, yoktan yere mutsuz olan, büyük acılar çeken kitlelerin sembolüdür.” [4] Gerçek hayattaki ortaoyunu sanatçısı Naşid gibi romandaki Nahit de Shakespeare ve Pirandello karakterlerini canlandırmayı hayal ederken kendini geleneksel tiyatroda sıkışıp kalmış hisseder. Sahnede canlandırdığı İbiş rolü çok tutar ve talep bu yönde olunca bu tipten yakasını kurtaramaz. Eşini terkederek genç kanto oyuncusu Hatice’ye gönlünü kaptırır. Roman, sahnede insanları güldüren tiyatro sanatçısının dış dünyaya sergilediği gülünçlükle iç dünyasındaki trajedi arasındaki gerilime ayna tutar.
İBİŞ’İN RÜYASI’NDAN*
TARIK BUĞRA
Nuran Tiyatrosu idi o, değil mi? Ama bütün İstanbul “Nahit’in Tiyatrosu” derdi. Sonra, İstanbul tiyatro’yu da, Nahit’i de değil, İbiş’i severdi.
“Sanki İbiş gökten gelmiş… veya yerden bitmiş… Pehh!”
Bir konağı, bir yalıyı görür, “ne güzel” derler. Onun önce bir “düşünce” olduğunu, sonra da kum yığınları, çakıl, kireç, tuğla yığınları, dikmeler, keresteler, çiviler, boyalar olduğunu, bunların araba araba taşındığını kim aklına getirir?
Nahit, İbiş’in kumlarını, çakıllarını, tuğla ve kiremitlerini, ötesini, berisini taşımıştı günlerce, gecelerce. Bu işi de bir yığın semtten, sürüyle insandan yapmıştı.
Keten helvasından bıyık? Efendisinin kızına, “küçük hanım”a hayran hayran dalıp gider… ve o bıyıkları yerdi… şapırdata şapırdata, şapşal şapşal; millet de katılırdı gülmekten. Nasıl bulmuştu onu, ha? Ya o sakız numarası?
Konağı görür, yalıyı görür “ne güzel” derlerdi, aslında ise o bıyık uzak kumsallardan, uzak taş veya kireç ocaklarından taşınmıştı. Bayıldıkları konak -veya yalı onlardan ve bir sürü benzerlerinden ve elbette en önemlisi “düşünce”den, “proje”den çıkmıştı işte. Herkes -o İngiliz tiyatrocu dahil, bu iş’ten anlayan herkes- “olursa bu kadar olur” derken Nahit İbiş’e hâlâ kireç taşıyor, yağlıboya taşıyordu. Taşıyacaktı da daha.
Ama “gelsin” demişti…
……………….
Sahi, başka bıçak yaraları da vardı. Meselâ -bir zamanlar- Vedia vardı… iki çocuğu vardı… onlardan ayrılmanın bel büken, diz titreten yürek burkulmaları vardı. Daha da önceleri bir medrese odasındaki aç ve ateşli geceler, paltosuz kışlar, umutsuzluklar, çelmelenmeler, boşa çıkan umutlar vardı. Sonra, mutluluklar da vardı. Tümen tümen başarılar vardı. Ama artık hepsi unutulmuştu. O rüyaları -ve kâbusları- aydınlatan ışık artık yoktu. Çünkü minimini bir kedi yavrusu için “gelsin” demişti. Gelen Hatice oldu… giden ise herşey…
[1] Mehmet Tekin, Tarık Buğra Söyleşiler, Konya: Çizgi Kitabevi, 2004, s. 38’den aktaran Abdullah Harmancı, “Tarık Buğra’nın Söyleşilerinden Yansıyan”, Tarık Buğra 100 Yaşında, Ankara: Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları, 2019.
[2] Aynı eser, s. 14.
[3] Naşid Özcan (1886-1943), tulûat tiyatrosunda İsmail Dümbüllü’nün selefi kabul edilen, saray erkânını güldürmesiyle de meşhur tulûat sanatçısıdır. Ayrıca Türk tiyatrosunun sevilen ustaları Selim Naşit Özcan ve Adile Naşit’in babalarıdır.
[4] Aynı eser, s. 18.
* Metnin esas alınan baskısındaki imlâsına sadık kalındı. Tarık Buğra, İbiş’in Rüyası, 15. basım, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2006, s. 229.