Hudut kapısına yaklaşırken “Biz elbette turist değiliz.” diye geçirdim içimden. “Gittiğimiz ülkelerin alışveriş merkezlerine neredeyse hiç uğramıyoruz, gece hayatını merak etmiyoruz, lokantalarında uzun uzun zaman geçirmiyoruz, lüks otellerde konaklamıyoruz. Sırt çantamızda daima atıştırmalık bir şeyler bulunduruyor; bizi bir kalenin taşlarından, bir mahallenin sokaklarından, bir eski evin penceresinden uzak tutacak bütün alışkanlıkları devre dışı bırakıyoruz. Çünkü ben ve arkadaşım, seyyahların soyundan geliyoruz ve bütün seyyahlar gibi evleri, bağları, bahçeleri, binaları, insanların davranışlarını görmeye, okumaya çabalıyoruz. Ne eğlence çekiyor canımız ne de yabancı şehirlere dökeceğimiz kurtlarımız var. İnsanoğlunun başka dağ yamaçlarındaki, başka nehir kenarlarındaki kaderiyle ilgileniyoruz; öteki yüzlerimizle, öteki ölümlerimizle, öteki heveslerimizle. Yol meşakkati çekiyoruz bir de; İbn Battuta ya da Evliya Çelebi kadar olmasa da, yollar, sokaklar, çarşılar arşınlayıp duruyoruz. Sonra birden bitiyor çıktığımız seyahat, kendimizi hudutta kendimize geri dönerken buluyoruz…”
Hudutta sıramızı beklerken, yol arkadaşıma, “Luan Starova’nın keçilerinden [1] bir tane bile görmedik.” diyorum muzipçe. “Koca bir keçiler yarımadasını dolaştık ama hiçbir tepede, hiçbir dağda keçiye rastlamadık. Yine de Kazancakis’in, İsmail Kadere’nin, Gospodinov’un, Cenab’ın, Florinalı Nazım’ın doğdukları/yaşadıkları yerler artık yabancımız değil. Güneşli bir Selanik’imiz, yağmurun yuttuğu bir Florina’mız, serin bir Manastır’ımız oldu. Bir de şimdi sınırdan bizimle birlikte bizim tarafa geçecek olan Resne elmalarımız. Ama Resne’yi böyle birkaç elmayla anarak geçiştiremeyiz. Resneli Niyazi’nin çekildiği dağların rüzgârı da üzerimize sindi mutlaka; bir isyanın, sonu yaver gitmemiş bir kabadayılığın rüzgârı. Resne’den Ohri’ye doğru giderken yamaçlarına tırmandığımız ormanlar, vadilerden akan berrak sular bir zamanların o çapraz fişeklilerini çoktan unutmuş, hepsi de tarih kitaplarında ve kartpostallarda meraklılarının ilgilendiği bir hatıraya dönüşmüş. Resne var ama Resneli Niyazi yok. [2] İsyan, yerini başka isyanlara bırakmış…”
Pasaportlarımızı hazırlarken, yeniden içime dönüyorum: “İçimde” diyorum kendi kendime, “Bu seyahatten neler kaldıysa onlar da benimle beraber sınırdan girecekler şimdi. Denetlenemez, kuşkuyla bakılamaz, mühürlenemez bir hatıra olarak hem de. Ohri’deki Halveti tekkesinin serinliği, Elbasan’ın kale içine saklanmış geniş avlulu evleri, Berat’ın turistler için öldürülmüş güzelliği, Tiran’ın ortasında hâlâ Osmanlıya kafa tutmaya devam eden İskender Bey’in heykeli, İşkodra’nın direnişi, Karadağ’ın tenhalığı ve elbette Başçarşı. Belki de bu geziyi, Başçarşı için biraz daha sabırsızlanalım, ona tam bir hevesle varalım diye uzattık. Göğe tırmanan kulelerden yavaş yavaş aşağıya inerek nihayet bizi alnımızın hizasında karşılayan bir şehre vasıl olmak için. İnsanda ebedi bir ev duygusu uyandıran, ekmek kokularını, eli kalbin üstüne götüren selâmlaşmaları, bakır döven çekiçleri, bedesten boncuklarını fanilikle çalkalayıp daha da güzelleştiren çarşı. En çok da o, kendini bir mesaj olarak kalbimize nakşedip bizi Dersaadet’e geri gönderdi…”
Sınırdan ülkeye girerken “Sınır neresi?” diye geçirdim içimden. “Bütün yolculuğumuz boyunca kasabalarda, şehirlerde, yamaçlara kurulmuş dağ köylerinde beyaz başlı minareler bize eşlik etmeyi sürdürdü; tabiatı örten ormanlar ağaç çeşitlerini değiştirmediler, kalelerin etrafını saran ıssızlık aynı tarihin mazgallarından sızıyordu. Geçtiğimiz her ülkede başka bir dille, başka bir alfabeyle yazılmış levhalarda aynı hikâyenin birbirini tamamlayan parçalarından başka ne gördük ki? Nihayetinde kendimizden kendimize çıktığımız bir yolculuktu; Gospodinov yanımıza, Kadere yanımıza, Starova yanımıza çıktığımız bir yolculuk. Efsaneleri birbirine bağlanmış, kelimeleri birbirine karışmış, pazar tezgâhlarında sebze/meyve çeşitlerinin hiç değişmediği yerlere gidip geri döndük. İnsanları korkuyla birbirinden uzaklaştıran mülkiyetin hayali sınırları, minare külahlarının, kilise çanlarının, renklerin, kokuların arasında kaybolup gitti işte. Bir Balkan Simurg’u gibi, yüzlerimizi toplayıp büyük aynaya geri döndük!”
Ali Ayçil
[1] Luan Starova, Keçiler Zamanı, çev. Orhan Suda, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2020.
[2] Resneli Niyazi, askerleri ve adamlarıyla dağa çıkıp Abdülhamit’e karşı isyan fitilini yaktı. Resne’de yaptırdığı büyük konak bugün müze olarak kullanılıyor.