Bir yatılı okul atmosferinde geçen Okul Tıraşı filmini türlü çağrışımların eşliğinde izledim. Ferit Karahan, 2021’de gösterime giren bu filmde 90’ların çirkin ve boğucu atmosferini bir yatılı okula yansıtmayı başarmış. İlkokuldan sonra altı yıl yatılı okudum. Sonuçta kurgunun gerçekliği kendine hastır ama bu gerçekliğin dili hayatın dağdağasının unutturduğu olguları fark etmemize yardımcı olur. Okul Tıraşı 70’lerin ortalarında geçen öğrencilik dönemimden yirmi sene kadar sonra parasız yatılı okulların kurum niteliğinin gelişecek yerde bozulma gösterdiğini düşündürdü bana.
Kişisel tecrübem nedeniyle de yatılı okulların konu edildiği edebi metinler ve filmler ilgimi çekiyor. Füruzan’ın Parasız Yatılı’sı kişinin yatılı öğrenciliğinin nasıl bir ömür boyu sürdüğü konusunda fikir verir, sinemada ise Rıfat Ilgaz’ın romanından uyarlanan Hababam Sınıfı bütün yatılı okul alanını işgal etmiş gibidir. Birçok Yeşilçam filmi, öksüz genç kız kahramanın mezun olduğu yatılı okuldan ayrılıp pek de hoş bir kabulle karşılanmadığı akraba evine gelmesiyle başlar.
Parasız yatılılık, Türkiye’nin uzun dönemlerini kapsayan bir eğitim tarzı. İçinde yoksulluk, yalnızlık, çaresizlik ve ayrıca geçmeyen yaralar barındıran bir mecburiyet, parasız yatılı öğrencilik. Kapalı yerlerde daima bunalır yatılı okumuş kişi; arkadaş canlısı olmakla birlikte, kişisel sınırlar konusunda bir hassasiyet geliştirir. Okul Tıraşı yatılı okula has birçok damgadan biridir. Kurumsal mantığın istisnayı görmeme tavrı katılaştıkça baş gösteriyor çürüme belki de… Yatılı okula gönderilen öğrenci, muhtemelen bir daha tam anlamıyla bir dönüş gerçekleştiremez aile evine. Azımsanmayacak bir kesimi etkilemiş olduğu hâlde bu konunun sinemamızda yeterince işlenmemesi tuhaf… Yatılı okulda okumuş pek çok sanatçı ve yazar varken, bu ilgisizlik nasıl izah edilebilir? Yatılı okul hikâyelerini kurguya dökmek, kabuk bağlamış yaraları açmayı gerektiriyor.
Orta öğrenimimi gördüğüm yatılı okul, Orta Karadeniz kıyısındaydı. Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemiydi. Toplumdaki siyasal kutuplaşma ve ideolojik karşıtlığın gerginliği, okulumuza da yansımıştı. Bana Uzun Mektuplar Yaz’da konu etmiştim: Minyatür bir Türkiye gibiydi yatılı okul. Sınıflar, koğuşlar, yemekhane ve parklar, kutuplaşmanın seslerini yansıtırdı. Ülkücüler ve solcular kendi marşlarını söyleyerek dolaşırlardı okul arazisini T şeklinde bölen yollarda; karşılaştıklarında ise aralarında ille de bir atışma gerçekleşirdi. Ülkücüler “Çırpınırdı Karadeniz”i, solcular ise “İnce İnce Bir Kar Yağar”ı söylerlerdi sıklıkla. Kız okuluydu, erkekler bölümü de vardı okulun ilçe yerleşimi tarafında; ancak erkek öğrenciler sadece özel dersler için gelirlerdi ana okul tarafına. Gruplar arasında fiziki şiddet yaşanmasa da sataşmalar olurdu. Öğrenci grupları, defter ve kitapları karşıtları tarafından çalınıp imha edilmesin diye sınıflarda nöbet tutarlardı.
Bu kutuplaşmada bir tarafta yer almayan öğretmen nadiren bulunurdu. Buna karşılık öğretmenlerimiz karşıt görüşten de olsa haksızlık etmediler bize. 70’li yıllar… Eğitim sistemi ne ölçüde başarılıydı, yeterince tanımlayamam. Ancak öğretmenlerimizin büyük çabasıyla sınıfımızdan pek çok öğrenci üniversiteye gidebildi. İki dönem sınıf öğretmenimiz de olan İngilizce öğretmenimiz Sevil Kurt sol görüşlüydü; ama bütün sınıfa aynı anlayış ve şefkatle yaklaşırdı. Tarih öğretmenimiz Abdullah Akın koyu bir ülkücüydü; ancak konumunu solcu öğrencilere haksızlık edecek şekilde kullanmazdı. Matematik öğretmenimiz Ahmet Muhtar Bayraklı son dersin ardından düzenlediği kurslarla bütün öğrencilerini üniversite giriş sınavına hazırladı. İdeolojisine bakmadan bütün öğretmenlerimizin gözünde bizler ailelerinden uzak eğitim görmeye mecbur kalmış memleket çocuklarıydık. Kitap ve dergi yoluyla fikirlerini benimsetmeye çalışsalar da daha ileri gitmezlerdi. İletişim içinde olduğum yatılı okul arkadaşlarımın izlenimleri de bu şekilde. Hemşire Azime Hanım bir yuva ortamı sıcaklığıyla sarmalardı revirde yatacak hasta öğrencileri. Kütüphane memuru Fatma Hanım aradığımız kitabı bulmaya yardım ederken farklı tavsiyelerde de bulunurdu. Zengin bir kütüphanemiz vardı. Sabahları folklor çalışırdık, haftada iki akşam film izlerdik. Formalarımız İGS gibi tanınmış giyim firmaları tarafından dikilirdi.
Altı yüz yatılı öğrencinin kaldığı bir yatılı okulda ihmaller de yaşanırdı mutlaka. Eğitim şefinin her konuşmasında dile gelen, kızların ahlâki sorumlulukları ve terbiyesine ilişkin bazen kuşku bazen tehdit içeren ifadelerin benliklerimizi rencide etmediği söylenemez. Bu konuşmalarda hem devletin “kerim” niteliğini çağıran diğerkâm ifadeler yankılanırdı hem de mahalleye özgü ahlâkçı boyutun kelimeleri… Bina eskiydi, romanımda tasvir ettiğim, ranzaların üzerine kar yağdıran delik deşik tavanlar, hayal ürünü değil. Köy Enstitüsü’nün rutubetin hızla eskittiği ahşap binaları betonarmeyle yenileniyordu ama yatakhanelere sıra gelmemişti daha.
Bu ayrıntıları, 70’lerde bir yatılı okulun yaşama şartları üzerine fikir vermesi için dile getirdim. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, doksanlarda faaliyet gösteren bir yatılı okul -ücra bir yerde yapılmış da olsa- daha iyi şartlara kavuşmamış, kavuşamamış. Bir tarafta iptal edilen köy enstitüsü geleneğinin süreğinde faaliyet gösteren bir okul adım adım farklı bir yapıya dönüşürken; başka bir tarafta yeni yapı, inşa edildiği noktada dondurulmuş sanki. Teröre bağlı olağanüstü hâl, her zamanki gerekçe… Yine de 90’ların kendine has olgularını dikkate almak gerekiyor Okul Tıraşı üzerine konuşurken.
Öğretmenler, yöneticiler, durumunun iyiye gitmediği kabul gördükten sonra revire gelip Memo’nun ateşini kontrol etmeye başlarlar. “Ateşi de yok aslında…” Yok mu? Okulun kaloriferleri sürekli arızalıdır. Memo nasıl hastalandı, gece kazan dairesinde neler yaşandı? Yusuf, ansızın hastalanan arkadaşı Memo’nun hastaneye götürülmesi için uğraşır ama öğretmenlerinin çoğunun ve müdürün aldırışsız tavırları karşısında çaresiz kalır. İdarenin ilgisizliğine daha sonra yolları kapatacak bir şiddette yağan kar eklenir. Tabiat şartları, Güneydoğu’ya götürülen hizmetlerdeki eksikler ve kusurlar konusunda bir başka kılıf olarak çıkar karşımıza. Oysa ihmal somut olarak yatılı okulun iç yapısında gösterir kendini. Revir yetersizdir; görevlisi de öyle. Kaldı ki bir yatılı okul binasının hastanelerin bulunduğu yerleşimlere yakın bir yerde tasarlanması beklenirdi. Üstelik, idarenin hantal, umursamaz ve sorunları çözmektense örtbası yeğleyen tavrı olmasa, Memo erkence tedavi görüp ayağa kalkabilirdi.
Elbette erkeklerin eğitim gördüğü bir yatılı okul bu; kurallar katı, hepsi erkek olan öğretmen ve idareciler muhtemelen kız öğrencilere gösterebileceklerinden daha sert bir tavır sergiliyorlar erkek öğrencilere. Öğretmenlerin bezgin ve baştan savmacı hâlleri, aksayan sistemi darbeler ve faili meçhullerle kontrol etmenin artık mümkün olmadığı, çığırından çıkmış bir dönemin dışavurumudur sanki. İdealler tereddütlü bir dille ifade edilirken, mevzuat açığından istifade, olağan bir olguya dönüşmüştür. Fırsatçılık, nemelâzımcılıkla birlikte yeni bir kurtuluş ideolojisinin altını çizer: 90’lar inşaata dayalı rantiyeciliğin üst düzeye çıktığı yıllar. Her zamanki soğuk yüzlü resmi binalar aynı zamanda çirkin ve baştan savma inşa edilmektedir. Okul Tıraşı’nın mekânı olan yatılı okulun da projesi kullanışsız, yapısı çerik çürük, atmosferi boğucu görünüyor. Öğretmenlerin ev özlemi çocuklarınkiyle yarışıyor. Sadece Engin Koç’un başarıyla canlandırdığı Selim Öğretmen karakteri, hasta öğrenciyle başından itibaren samimi bir şekilde ilgileniyor. Müdür ve diğer öğretmenler ise Memo’nun durumu kötüye gidince paniğe kapılıyorlar. Hasta çocuk, revir olarak kullanılan soğuk odada saatlerce bekletiliyor. Ateşinin normal olduğu temennisinde buluşuyor geciken ilgiler.
70’lerin anomisi, 90’ları haber veriyordu aslında; ama sistemin baş aktörleri bu haberleri darbelerle bastırma yolunu tuttular. Aile, her şeye rağmen istikrarını koruyan bir kurum olmayı sürdürürken devlet ve toplumun müşterek potansiyelini buluşturan yatılı okul gibi kurumlar, sistemde oluşan çürümeyi açığa vurmaya başlar. 70’lerde yatılı okul ortamı toplumun çeşitli hassasiyetlerine karşılık gelen bir eminliğe sahipti. Kul hakkı, kardeşlik ve beytülmal gibi konulardaki sorumluluk, büsbütün muhalif kesimlerin uhdesinde görülmüyordu. Küreselleşme politikalarının telkin ettiği bir şekilde köşeyi dönme arzusu da kaplamamıştı benlikleri. Her kesimde –yanılgılarla malûl de olsa- kendi değerlerinden hareketle bir kurtuluşa/kurtarışa inananların sesi duyulurdu. 90’lar ise üst üste darbelerle -amaçlananın aksine, ancak süreç açısından da ister istemez- her kademede çöküşün, yozlaşmanın/çürümenin vardığı yeri gösterir. Çöküşün hemen yanında bir yeniden doğuşun dinamizmi de fark edilir elbette.
Hiçbir dönem büsbütün geride kalmaz. Sorunları örtbasa götüren bir aymazlık kriz dönemlerine has tipik tutumlardan biri. Gerçek, Ranciere’in vurguladığı gibi, üzerinde düşünülmek için kurgulanmalıdır. Okul Tıraşı, toplum olarak yaşadığımız zorlu tecrübelerin geçen yıllar içinde bizleri ne ölçüde olgunlaştırdığı sorusunu getiriyor önümüze. Eski terbiyeler yetersizdiyse, yeni terbiye usullerinden niye memnun olamıyoruz? Film, aynı zamanda edebiyat ve sinemamızın yatılı okul üzerine niye eğilmediği sorusu üzerine de düşündürüyor. Bu bağlamda daha fazla eser verilmiş olsaydı, okuma ve izlemelerimiz yatılı okulların iyileştirilmesine ne ölçüde yansırdı acaba? Toplumsal süreçlerin hasarları, vahim hataların ve büyük haksızlıkların hasır altı edilmesiyle onarılmıyor. Kriz dönemlerini aşmanın biricik yoludur sorunlarla samimi bir çabayla yüzleşmek.
Cihan Aktaş