Çocukların dünyası her açıdan duygularla beslenir. Çocukların duygularını yaşamaya başladıkları, dile getirdikleri, dokunsal olarak gösterebildikleri ve duygularına karşılık bulabildikleri ilk ortam ailedir. Bu nedenle çocukların dünyası sadece “çocuk dünyası” değil; geçmişi ve şimdisi ile bir çocuğun; geleceği ile bir gencin, bir yetişkinin ve bir yaşlının da dünyasıdır. Hâliyle çocukların dünyasını belirleyen, şekillendiren, renklendiren, canlı tutan ya da öldüren ilk başta ailesi, hatta bilhassa anne babasıdır diyebiliriz.
Zeytin Aydoğmuş’un Küçüğüm – Leyla[1] kitabında bir çocuğun duygu ve düşünce dünyasına misafir olur okuyucu. Bu küçüğün dünyasında büyük tepkiler yer almaz; içine kapanmış, susmayı ve sürekli yemeyi tercih eden bir çocukla tanışırız. Oysaki önceden şiir ve öykü yazıp şiirlerini törenlerde okurdu, eve geldiğinde sınırsızca abur cubur yemek yerine yazar, çizer, şarkı söylerdi. Ama durdu Leyla; sanki durduruldu.
Bir çocuğu durduran ne olabilir? Annesinin çoğunlukla uyumayı tercih etmesi, babasının kapıyı çarpıp gitmesi mi? Anne babası sadece kendi hayatlarını yaşamaya başladıklarında ve kendilerine yoğunlaştıklarında Leyla durdu ve yemeye başladı. Açlıktan değil; duygusuzluktan, sevgiyi artık görememesinden; duygusal açlıktan.
Klasik bir hikâye: Anne ve baba iş yoğunluklarından birbirlerine, evlerine, en önemlisi de çocuklarına ayıracak vakit bulamazlar. Kendi çıkmazlarında bulabildikleri tek yol, kendi dünyalarına kaçmaktır. Peki ya iki kişinin kurduğu dünya ve onun içindekiler? İlk başta nedense kurdukları dünyanın içindekiler kimsenin aklına gelmez. Leyla da akla ilk gelen değildi, anne babasının aklına düşmedi. Ne zaman ki duygusal olarak değil de bedensel olarak tepkisini istemeden gösterdi, o zaman annesi ve babası kendilerine geldiler: Ama bu silkelen ve kendine gel cinsinden bir durum değil, ne yapsak da çocuğu sağlığına kavuştursak düşüncesi.
Gelin görün ki Leyla sadece bir çocuk! Çocuklar, durumlarını en iyi şekilde kavramayı sağlayacak türden tepkiler verirler: içten, net, katışıksız, sevgi doludur, sevgi! Bir çocuk ihtiyacı olan sevgiyi görmediği zaman hayatı kendi varlığının düşmanı gibi algılar, her türlü duygusunu abartarak yaşar. Başkalarıyla arasında gün geçtikçe genişleyen bir uçurum açılır, kendisine zevk veren şeyler onu sıkmaya başlar, en başarılı olduğu şeylerde bile insanlarla ilişki kurmaktan kaçınır.
Leyla’da da böyle oldu. Lâkin Leyla, okuldaki arkadaşlarıyla oyun oynamaya devam etmeyi ve sınıftaki sırasına sığmamaya başladığında yanındaki arkadaşının gitmemesini istemişti. Sahnede şiir okurken herkesin şişmanlığına değil de şiiri ne kadar güzel yazdığına ve okuduğuna odaklanacağını hayâl etmişti; ama olmadı. Anne babasının yaşadıkları gerilimli ruh hâlleri arasında hem yetenekleri hem de kendisi kayboldu.
Ta ki ameliyathanede ondan geriye doğru saydığı o güne kadar. Dokuz… Seki… yed… al…
Ve uyanış.
Ameliyathanede nasıl uyandığını, nasıl anneannesine gittiğini, mide küçültme ameliyatının nasıl geçtiğini hatırlayamadı Leyla. Hatırladığı tek şey artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığıydı. Anne ve babasının ayrı, kendisinin ise yalnız değilse de eskisi kadar kalabalık olmadığını kabullenmişti. Buna alışmaya, yeni bir hayatı yaşamaya başlamalıydı; yeme içme alışkanlıklarını değiştirdi, spor yaptı ve zayıfladı, yeniden yazmaya ve çizmeye koyuldu, hatta başkalarının arasına katıldı, onlarla güldü, neşelendi.
Çocuğun güçlü olmaya çalıştığını duymaz ebeveynler. Çocuk ise çoğu zaman sevgi örtüsü altında gizler çabalarını, bir şeyleri bu örtünün altından kendi kendine düzeltme gayretine girer. Kendini acındırmadan acıdan kurtulmaya çalışır. Bu esnada görmek istediği tek şey sevgidir. Unutmamalı, bir çocuğun güçlü olma çabası ruhsal olarak ona zarar da verebilir; aşırı güven isteğinin doğmasına, cesurca davranışlarının gurura bürünmesine, en önemlisi belki de sevginin hainliğe dönüşmesine neden olabilir.
İşte bu iki seçenekten ilkini seçti Leyla. Her ne kadar bir yanı bahar bahçe olsa da bir yanı eksik… Eksiklik içinde, yüreğinde. Buna rağmen farkında olarak ya da olmayarak hayata derinlik katmaya devam etti. Yüzdü, gezdi, dondurma yapıp sattı. Hatta sonunda bir gün anne ve babası, onun müşterisi oldular. Mutlu sona çabuk ve güler yüzle gelinmedi ama… Sonrası yaz sonatı…[2]
Peki, buraya kadar ne gördü okuyucu? Bir çocuğun çevresini kendisinden kopartarak tepki vermediğini anladık ilk olarak. Sonrasında da sözleriyle, bedeniyle ve tepkileriyle yetişkinlerin duygularını ve ruhlarını ölçtüğüne tanık olduk. Bir çocuğun yaşadığı olumsuz şeyler karşısında bile hayata ayak uydurabileceğini öğrendik bir yandan da. Alfred Adler’in bu hususa dair görüşü çok kıymetli:
“İnsan ruhunun göstermiş olduğu tepkilerin kesin ve mutlak olmadığını anlamak zorundayız. Her tepki, daha büyük bir bütünün bir parçasından başka bir şey değildir; geçici olarak geçer olmakla birlikte hiçbir zaman bir problemin kesin sonucu olarak görülmez. Özellikle çocuk ruhunun gelişmesinde, gaye fikrinin geçici şekillenmeleri karşısında olduğumuzu hatırlamalıyız.”[3]
*
Kitaptaki pek çok duygu, düşünce, söz, renk ve diğer şeylere de değinebilirdik ama bu yazının vermek istediği mesaj için bu kadarı yeterli. Kitapta dikkatimi çeken iki nokta var. İlki, bazı yerlerde diyaloglar sahici gelmiyor çünkü günlük hayatta art arda o kadar çok “canımlı cicimli” cümle kurmayız gibi geliyor bana. İkincisi ise bir soru: Bu kitap çocuklar için mi yazılmış? Kitabın çocuk kitabı olup olmadığına dair düşünce ise soyut dünya içinden çıkan betimlemelerin metinde fazla yer almasından kaynaklanıyor. Soyut dünyası tam gelişmeyen çocuklar bu betimlemeleri anlayabilirler mi?
Hülâsa hikâyede yazarın belki de tanıklık ettiği bir hayatı okuyoruz. Dünyanın acı ve tatlı taraflarından nasibini almış, yolculuğunda önce durulmuş, sonra neşeli çağıltısı duyulan bir çocukla tanışırken anlatı atmosferinden anlaşılıyor ki parçalara bölünmüş duygulardan bir bütün elde edilmeye çalışılıyor. Çünkü ortada anlatılmaya değer bir hikâye var. Bir hikâyeyi olağanüstü anlatmak kadar gerçek hayatın içinden anlatmak da hakikatin sınırlarını aşmayı sağlayabilir. Zira insan sınırlarını aşmadan yeni bir dünyaya kucak açamaz. Olağanüstü hayatlar yaşayan seyyahlar ve kâşifler kadar normal hayatlar süren insanlar da sıradanlıkları ile sınırları aşabilirler. Çünkü yolun başlangıcında yaşananlar ile sonucundakiler çok farklıdır; yolda olmak sürprizlere açık olmaktır, bilinemez olanı yakalamaya çalışmaktır. Bu hikâye okunmalı ve çocuklar alelâde bir hayatla da sınırların aşılabileceği gerçeğiyle tanışmalılar.
Betül Sezgin
[1] Zeytin Aydoğmuş, Küçüğüm Leyla, İstanbul: Kalila Çocuk Yayınları, 2024.
[2] Yazıyı okurken belki dinlemek istersiniz diye: https://www.youtube.com/watch?v=3tq5TLpHtzQ
[3] Alfred Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, çev. Ayda Yörükân, 26. basım, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ağustos 2024, s. 22.
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.