Bir sabah şaşkınlık içinde uyandım. “Harika bir fikir! Keşke gerçekte de böyle bir sergiye gidebilsem…” diyordum kendi kendime. Rüyamda sanatçılar, sanatlarını sergilemek için bir dehlizi seçmişler. Karanlık ve soğuğun kol gezdiği tarihi İstanbul dehlizlerinden birinde çağdaş sanat filizlenivermiş. Arkadaşımla dehliz boyunca ilerliyor ve duvarlara yapılmış çalışmalar ile yansıtılmış projeksiyonlardan gözlerimizi alamıyoruz. Sanatçılardan biri de tanıdık çıkıyor üstelik. Değmeyin keyfimize…
Ertesi gün bir haberle karşılaşıyorum: “Alışılmışın dışında bir sergi mekânını İstanbul’a kazandırdık. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) iştiraklerinden Metro İstanbul ve Karşı Sanat işbirliğinde hayata geçirilen Taksim Yaklaşım Tüneli’nde ‘İstanbul’da Şifa Bulmak’ sergisini ziyaret edebilirsiniz.” Haber videosunu kaç kez izledim, hatırlamıyorum. Hemen arkadaşıma gördüğüm rüyayı anlattım ve birlikte serginin yolunu tuttuk.
Tünele girerken aklımdaki soru: Niye adı Yaklaşım Tüneli acaba? ‘Yaklaşım Tüneli’ ifadesinin sergiden mülhem konulduğunu zannetmiştim çünkü. Meğer metroda acil bir durum olduğunda veya yardım gerektiğinde kullanılan bir ara geçitmiş. Dışarısının insanı terden toprağa gömen sıcağından, kendini serin sulara atmış gibi hissediyor insan içeri girdiğinde. Sergideki eserler, karanlık ve ıslaklığın kapılarını aralıyor. Mekân, eserlerin dünyasıyla nefes alıp veren bir canlı organizmaya dönüşüyor.
Sergi hazırlanırken esinlenilen anafikir, Roberto Esposito’nun birbirine zıt veya dışlayıcı iki kutup oluşturmadığını iddia ettiği communitas ile immunitas terimleriyle bios’un, yani olumlu biyopolitikanın birbirine bağlı düşünülmesinden geliyor. Topluluk ve bağışıklık aynı gerçekliğin iki yüzünden ya da iki eğiliminden ibaret. Fakat “Bağışıklık belirli bir eşiğin ötesine taşındığında, yaşamımızın korunması için gerekli olmasına rağmen, yaşamın kendisi, yalnızca özgürlüğümüzü değil, aynı zamanda varoluşumuzun anlamını da kaybettiğimiz bir tür kafese dönüşüyor, böylece de varoluşun dışa açıklığı, communitas adı verilen açıklık kaybediliyor. Bağışıklık, yalnızca uygun olanın sınırlarını güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda kademeli olarak kamusal alanı da kuşatıyor.” [1] O yüzden mümkün olan her şekilde “ortak” ile “bağışıklık” arasındaki iktidar ilişkisinin altüst edilmesi gerekiyor. Ortak, ne kamusal -özelin karşıtı- ne de daha çok yerele karşılık gelen küreseldir; o büyük ölçüde bilinmeyen, hatta kavramsal kategorilerimize uymayan bir şeydir ve buna olumlayıcı biyopolitikanın meydan okuması da eşlik etmelidir.
Bu düşüncelerin serginin her işine yansıdığı görülüyor. Örneğin 19. yüzyıl kolera salgını yaşanırken Osmanlı’da kurulan Surp Pırgiç, Balıklı Rum, Surp Agop, Balat Or-Ahayim ve Bulgar Hastaneleri’nin tarihine dair çekilen belgeselde, insanların yaşadıkları alanı hastaneye dönüştürerek çevrede yaşayan herkesi kucaklayıcı bir ortak alan oluşturmalarına değiniliyor.
Farklı farklı kişilere ait bilgilerin birleştirilmesiyle tek bir hayat hikâyesi perdeye yansıyor. Bebeklikten ölüme değin bir sürü vesikalık, aile fotoğrafları, röntgenler, raporlar, teşhisler, hastalıklar… Hepsi birden yekvücut oluyor.
Biri, yaşadığı omurga hastalığını, küçük küçük kâğıtlara çizdiği omurga resimleri ile acılarını dile getirdiği yazılarla anlatıyor ve bunlar duvara ışık tutarak okunabiliyor. Bütün bu parçalar, tek bir omurganın çığlığı hâline geliveriyor.
Bir çember etrafında dizilmiş sandalyeler ve üstlerinde farklı boyutlarda göğe yükselen merdivenler… Sandalyelerin altı serapa toprak. İnsan hayatı gibi. Her insanın yolculuğu kendi merdiveni kadar değil mi? Ama her bir sandalye yanyana. Buna insanın yolculuğunun anlamını toplumda derinleştirmesi denebilir belki. Herkesin karşıdakini yaşatma sorumluluğunu üstlenme becerisi ile sezgisi buna eşlik ediyor.
Serginin en ilginç eseri ise tünelin sonunda karşılaşılan kuyu ile birden camekânın ardında beliriveren metronun hızlıca geçip gitme deneyimi. Önce yerde duran yuvarlak, siyah, kalayımsı bir malzeme çıkıyor önünüze. Portatif bir kuyu. Kuyu, su kaynağı olmasının yanında, eskilerin anlattığı üzere dertlerin, acıların, sırların paylaşıldığı, emanet edildiği, bir nevi şifalanılan bir mekân aynı zamanda. Hatta burada dilek isteme amacıyla para atanlar bile olmuş içine. Ardından tünelin en sonuna varıp da kafanızı yukarı kaldırdığınızda, o acı tecrübe sizi bekliyor. Tavanda gördüğünüz taş yığınlarının üstüne eğilen gölgeler ürpertiyor içinizi. Aşağıdasınız ve yukarıdan bakan ama sizi görmeyen gölgeler ile bitmek bilmeyen anlamsız uğultular tedirgin ediyor ruhunuzu. Evet, bir kuyudasınız. Kendinizi yukarı bakmaktan alamıyorsunuz. Oysa biraz önce yanından geçip giderken içine baktığınız kuyuyla, içinde bulunduğunuz kuyu aynı. Yukarıdaki gölgeler de size ait üstelik. İnsan, içine düştüğü kuyuya bakarken kendini göremezken, kuyudan atfettiği nazar da ancak gölgesine çarpıyor. Kimsenin kimseyi duymadığı yankılara trenin gürültüsü karışıyor. İnsan kuyudan çıkamasa da, bir aralıktan sızan ışıkla gözleri kamaşıyor ve birkaç saniyeliğine de olsa kendinden başkaya, dışarıdaki akışa yöneliyor.
Bu bağlamda, serginin işe başlarken sorduğu sorular hâlâ geçerliliğini koruyor ve üzerinde düşünülmesi icap ediyor: “Biyolojik yaşamı muhafaza etmek uğruna toplumsal yaşamdan eksiltilmek zorunda mıyız? Bir topluluk içinde hasta bedenin tedavi edilmesi ya da iyileşmesi ne anlama gelir? Kent mekânı ve şifa arasında ne tür ilişkiler kurulabilir?” [2]
Ayşe Yılmaz
[1] Roberto Esposito, “Community, Immunity, Biopolitics”, İngilizce çev. Michela Russo, Türkçe çev. Ayşe Yılmaz, İnstituto de Estudios Críticos, vol. 3, 2012. https://quod.lib.umich.edu/12322227.0003.001