Sıcak bir yaz günü. Temmuz’un 27’si. Küçük bir Fransız kasabasındayız. Mütevazı bir pansiyonun restoranına ait bahçe kısmında neşeli insanlar oturuyor. Sakin güneş ışıklarının aydınlattığı bu sıradan yüzlerde bolca tebessüm ve huzur var. Pansiyon sahibinin güzel kızı servisi bitirmiş, omzunu yasladığı kapı girişinde bu tatlı sükûnete katılıyor. Elmacık kemiklerini iyice pembeleştiren güneş ışıkları, yüzüne her zamankinden daha fazla canlılık veriyor. Az sonra her şey alt-üst olacak. Kızıl saçlarını kahverengi fötr şapkasının altına gizlemiş soluk yüzlü bir adam ansızın bu mutluluk tablosunu duman renkli bir cehenneme çevirecek. Kimseye değil, kendine zarar verecek… Ama vicdan azabı çiğ bir kızıllık olup boğazında düğümlenecek herkesin. Ya da o öyle olmasını isteyecek, gerçekte ise “herkes” bir delinin dünyadan eksilmesini küçük bir hayretle geçiştirecek.
Vincent’i Sevmek (Loving Vincent, 2017) filmi, bu sahnenin merkezine oturduğu bir kurguya dayanarak ünlü ressamın hayatını ve mahiyeti muallakta kalan ölümünü konu ediniyor. Tamamı yağlıboya tablolardan oluşan film, bu yönüyle dünyada ilk olma özelliğine sahip. Altı yıldan uzun bir sürede tamamlanan filmde, yüzden fazla özel eğitimli ressamın hazırladığı 65 bin tablo kullanılmış. Filmin yaklaşık dört yıl süren hazırlık ve araştırma aşamasında, Van Gogh’un eserlerinin yanı sıra 800 adet kişisel mektubuna başvurulmuş. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman’ın birlikte yönettikleri Polonya-İngiltere ortak yapımı filmin temel motivasyonu bu bilgilerin de yer aldığı resmi web sitesinde şu şekilde açıklanıyor: “Bu filmi çekme nedenimiz, ilk olmak ya da herhangi bir şekilde kayda geçmek değil, Vincent’in hikâyesinin resimleri olmadan doğru bir şekilde anlatılamayacağını düşünüyoruz; bu yüzden resimlerini canlandırmaya ihtiyaç duyduk.”
Film, seyirciyi Van Gogh’un anlam dünyasında benzerine kolay rastlanmayacak türden bir gezintiye davet ediyor. 1853-1890 yılları arasında yaşayan ressamın çoğunlukla hayatının son iki yılında yaptığı çok sayıda tablo, filmde -resimlerdeki gibi- sert fırça darbelerinin oluşturduğu sıcak ve naif bir üslûpla bir araya geliyor; film, Van Gogh’un hem eserleriyle hem de hayat hikâyesiyle zihinlerde beliren bazı soruları sanatseverlerin gündemine taşıyor. Filmin kurgusu, genç bir adamın, Van Gogh’un ölümünden kısa bir süre önce yazdığı son mektubunu kardeşi Theo’ya ulaştırmak üzere yola çıkması, bu yolculuğun onu Van Gogh’un hayatının son günlerini geçirdiği kasabaya kadar sürüklemesi ve böylece ressamın ölümüne dair birtakım şüphelerin izini sürmesi üzerine yapılandırılmış.
Van Gogh’un Armand Roulin’in Portresi adlı tablosundan seçilerek kurgunun merkezine yerleştirilen bu genç, gönülsüzce üstlendiği görevini tamamlayıp mektubu Theo’ya teslim edemese de, Auvers kasabasında ressamın ölümü kadar hayatı hakkında da fikir edinir. Sanki hâlâ hayattaymışçasına Van Gogh’un naifliğine inanır ve bu nedenle ölümünün intihar olmama ihtimalini araştırmaya başlar. Van Gogh’un ölüm haberiyle başlayan film, bu şüphe vesilesiyle sık sık geçmişe gidip geliyor ve çeşitli hatıralar, yapboz parçaları gibi birleştirilerek tekrar en başa, ressamın artık bu dünyada yaşamadığı gerçeğine dönüyor. Bu süreç içerisinde sanatçının yalnızlığı, çektiği maddi-manevi acılar, hastalığı, bununla birlikte iyimser ve sevecen yapısı, mütevazı dostlukları ve elbette resim tutkusu genç adamla beraber seyircinin de şahit olduğu bir tecrübeye dönüşüyor.
Clint Mansell’in filmin ruhuyla bütünleşen kompozisyonlarıyla seyircinin kalbine dokunmayı başaran bu tecrübe, hayatları delilikle dahilik arasında gezinen çok sayıda sanatçının, topluma uyum sağlamakta zorlananların ve kalbi incitilenlerin ömürlük acıları üzerine düşünmeye sevk ediyor. Hayatı boyunca “hiç kimse” olmanın acısını çekmiş; çareyi resimleri aracılığıyla konuşmakta ve zihnindekileri tuale yansıtarak kurduğu büyük duygu evrenini insanlara açmakta bulan ressamın trajik sonu, benzeri sayısız hikâyenin hâlâ yaşanmakta olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Van Gogh’un sararmış buğday tarlaları, parlak yıldızlar, mavinin farklı tonlarıyla renklenmiş gökyüzünden örülmüş hüzünlü dünyasında gezinirken “Bir incelik gösterin/ İncinmesin yüreğim” [1] diyen şairin dizelerindekine benzer naif bir yakarış kulaklara çalınıyor. Filmin kahramanına ölmüş bir ressamın ardından “Vincent için bir şey yapmak istiyorum.” dedirten bu mahcup çığlık; sarı, mavi, turuncu karışımı bir ışık olup seyirciyi gözünün gördüğünden şüphe ettiriyor.
Saniyede 12 yağlıboya tablonun perdeye düştüğü filmin üzerindeki emek, bu yönüyle bir vicdan borcunun ödenmesi olarak da düşünülebilir. Ressamın böyle büyük bir emek ürünü bir filmle anılması, kendisinden etkilenen Edvard Munch’un Çığlık’ından farklı olarak daha utangaç ve kırılgan bir tona sahip bulunan ve hastalığına rağmen elden bırakmadığı iyimserliğinin izini taşıyan narin sitemine verilmiş bir karşılık gibi duruyor. Bu sayede film, Vincent ve onun gibi incinmişler için hâlâ yapılabilecek bir şeyler olduğunu da hatırlatmış oluyor. Film, aynı zamanda, Van Gogh’un eserleriyle henüz tanışmamış olanlar için de güzel bir başlangıç fırsatı sunuyor. Filmdeki tüm karakterler Van Gogh’un tablolarından esinlenerek filme dahil edilmiş ve kurgu, ressamın 130 eseri çerçevesinde geliştirilmiş. Böylece filmi seyredenlerin resim ve sinema tecrübesini aynı anda edinmeleri hedeflenmiş.
Bu anlamda film, sinema ile resmin katmanlı ilişkisini yeni bir boyuta taşıyor. Sanatın en kıdemli dallarından biri olan resimle, ancak teknolojik gelişmelerle hayatımıza girebilen en genç sanat dalının, sinemanın ortaya çıkışından bu yana, süre gelen ilişkisi, iki alan arasında hareketlilik-hareketsizlik şeklinde karşıtlık olarak da değerlendirilebilecek çok temel bir ayrım olmasına rağmen oldukça güçlü. Peşpeşe sıralanmış resimlerin perdede akması yoluyla alıcısına ulaşan sinema, resmin sahip olduğu kompozisyonu hem tek tek karelere hem de kurgunun tamamına uygulamak zorunda. Bunun yanı sıra, iyi bir iş çıkartmak için resmin sahip olmadığı çok sayıda teknik imkânı da ustalıkla kullanması gerekiyor. Diğer yandan, güncel sanatın genişleyen çerçevesi içerisinde resmin de sinemadan etkilendiği, sinematografik kurgu ve kompozisyonlara başvurduğu söylenebilir. Peter Greenaway gibi iki alanda da üretim yapan sanatçıların mevcudiyeti ise sinema ve resim arasında etkileşim kadar karşılıklı geçirgenliğin de bulunduğunu ortaya koyuyor.
Vincent’i Sevmek, tek tek özenle hazırlanmış yağlıboya tabloları film karesi şeklinde kullanarak incelikli bir iş ortaya koymanın yanı sıra, aynı itinayı senaryoda da göstererek iki alanın da hakkını teslim ediyor. Böyle bir yeniliğin, intihar ve ölüm gibi zor konuların tartışıldığı bir filmde denenmesi cesaret isteyen bir iş. Buna rağmen film, sanatseverlerin gözünü, gönlünü, zihnini doyurmayı başarmış görünüyor. Bu açıdan filmin Van Gogh’un dünyasıyla seyirciyi buluşturma hedefine ulaştığını söyleyebiliriz. Doctor Who’nun ünlü sahnesinde, kendisine heyecanla gökyüzünü tasvir eden Van Gogh’a doktorun “Pek çok şey gördüm dostum; ama haklısın. Hiçbir şey senin görebildiğin şeyler kadar muhteşem değil.” [2] demesiyle işaret edilen Vincent Van Gogh zarifliği, bu filmde yönetmenlerin ve bahsedilen ekibin çalışmalarıyla tekrar hayat bulmuş gibi görünüyor.
Yıl 1890. Auvers’deyiz. Ressam Vincent Van Gogh, 37 yaşında, kendisini göğsünden vurduktan iki gün sonra hayata veda etti. Geride altı hafta önce bir dostuna her şeyin yoluna girmeye başladığını ve “normalleştiğini” hissettiğini söyleyen bir adamın bu süre içerisinde neden dünyadan ayrılmaya karar verdiğine dair sayısız soru bıraktı. Kalbinin derinliklerinden söküp çıkardığı sayısız fırça darbesi ise geçmişin is kokulu karanlığı arasında saf bir mavilikle parlamaya devam ediyor. Hayat ve ölüm arasındaki narin boşlukta salınan ruhlar için sanatın kapısı her daim açık. Film, sadece bunu hatırlatması nedeniyle bile seyredilmeye değer.
* Bu yazı Hayal Perdesi sinema dergisinin Ocak-Şubat 2018 tarihli sayısında “Van Gogh’a Vicdan Borcu” başlığıyla yayımlanan metnin gözden geçirilmiş versiyonudur.
Havva Yılmaz
[1] Cahit Zarifoğlu’nun “Ilık Kocaman Bakışlar” adlı şiirinden alıntıdır.
[2] Meraklısı için diyaloğun tamamı:
“Vincent: Elimi tut doktor, benim gördüklerimi görmeye çalış. Hâlâ hayatta olup bu güzel dünyayı gördüğümüz için çok şanslıyız. Gökyüzüne bakın. Karanlık, siyah ve niteliksiz değil. Siyah aslında koyu mavi ve orada, daha açık mavi. Mavilik ve siyahlık arasında uçuşan rüzgâr, havada kıvrılıyor, dönüyor ve sonra parlıyor, alev alev yanıp patlıyor… Yıldızlar! Işıklarını nasıl yaydıklarını görebiliyor musunuz? Baktığımız her yerde, doğanın karmaşık büyüsü, gözümüzün önünde parıldıyor.
Doktor: Pek çok şey gördüm dostum; ama haklısın. Hiçbir şey senin görebildiğin şeyler kadar muhteşem değil.” (Doctor Who, 5. sezon, 10. bölüm)