Fikret Reyhan’ın Çatlak filmi (2021), kapitalizmin sıvı gibi her yere yayılan etkisini incelikle gözler önüne seriyor. İşleri, aşları, evleri iç içe ve ortak olan geleneksel bir ailenin ortasına bombayı bırakmış yönetmen. Filmi izlerken öncelikle “kırsaldaki feodalite” denilebilecek aile yapısının, şehirde yeniden kurulmuş hâline şahit oluruz. Kızlar evlenip gitmiş, erkek çocuklar ise babanın kurucu otoritesi etrafında toplanmış; kendi yuvalarını, babanın apartmanında her evlenene yeni bir kat çıkarak oluşturmuşlardır. Türlü-çeşit iş kovalayan aile, hâli vakti yerinde, orta sınıfa mensuptur. Fakat yurt dışında yaşayan bir kişiden alınan borcun vadesi gelip çatınca “huzurlu” büyük aile çatırdar, ortalık toz duman olur.
Film, geleneksel inanç sistemi içinde, ortalama değerleri benimsemiş bir ailenin salonunda geçmekte. Tek bir mekânda kurgulanan hikâye, küçük parçalardan oluşan güçlü mizansen sayesinde soluksuz izlenecek şekilde akıyor. Diyaloglara dayalı filmde teatral bir hava oluşmamışsa, burada oyuncuların yeteneklerini de teslim etmek lâzım. Kurulan birçok cümleye günlük hayatımızdan bir parçaymışçasına aşinalık duymamız, seyirciyi evin içindeki görünmeyen misafir olarak meseleye kolayca dahil ediyor. Filmde karakterlerin diyaloglarından çok, görüntünün dile gelmesini tercih edenler için bile unutulmazlar arasına girecek bir film. Babasını öldürdüğü düşünülen Latin Amerikalı bir genci yargılamak üzere toplanan jürinin konuşmalarından ibaret olan, Sidney Lumet’in 12 Öfkeli Adam (1957) filmini hatırlamadan edemedim. Bu film de hâlâ seyrediliyor ve o masadaki tartışmalar güncelliğini koruyor. Ingmar Bergman’ın anne-kızın konuşmalarıyla örülmüş Güz Sonatı (1978) filmi de diyaloglara dayalı filmlerin klasiklerindendir.
Çatlak filminin ana çatışması her zaman gördüğümüz/ duyduğumuz türden bir olaya yaslanır. Evin Londra’da yaşayan ortanca oğlu Fatih, orada tanışıp yakın arkadaş olduğu Ayhan Usta’dan, babasının isteği üzerine yüklü miktarda borç alır. “Dini bütün” babanın, oğullarına minibüs almak için fahiş faizlerle bankadan kredi çekmesine ustanın gönlü razı olmamıştır. Kısa sürede geri almak üzere elindeki birikimini borç olarak verir. Vade çoktan dolup da borç ödenmeyince Ayhan Usta tahsilat için İstanbul’a gelir. Yeşilçam filmlerinde gördüğümüz, bir sıkıntı karşısında kenetlenen, yardımlaşan fertlerden oluşan aile örneği, yerini, maddiyatçı örüntüler içinde, bireysel menfaatlerin öne çıktığı benmerkezciliğe bırakmıştır. Yönetmen, toplumun var olmak ve sahip olmak arasındaki dengesinin; ele geçirmek, biriktirmek lehine nasıl bozulduğunu ve zihin haritamızın nasıl eğilip büküldüğünü, salonda geçen konuşmaların ışığında ifşa eder.
En büyük ağabey, ailenin ortak mülkü olan kepçesini işletir. Borç parayla minibüs alınmış, onun kazancıyla bakkal dükkânı açılmış, ortak gelirlerle herkese ayrı bir kat çıkılmıştır. İngiltere’den dönen Fatih yeni evlenmiş, eşine birçok altın takılmasının yanı sıra çiftin dairesi pahalı eşyalarla döşenmiştir. İşlerini büyütmeye girişen damatların kendi aralarındaki konuşmalardan anlarız ki onların gündemi de ortak servetten kızlara pay verilip verilmeyeceği meselesidir.
Alacaklı karşısında ortaya serilen tavırlar, ortalama bir Anadolu ailesinde sıklıkla rastlayabileceğimiz türden. Borcu kimse reddetmez, durum tam manâsıyla çamura yatmak değildir; ama her bir fertte kaytarma, öteleme, kendini sıyırma çabası açıkça görülür. Büyük gelin “apartman yapılırken bileziklerimi vermiştim” düşüncesiyle bakkal dükkânının kazancından gizlice alarak kendisine altın biriktirmiştir. Küçük gelin “Düğünde en çok benim tarafım takı taktı.” diyerek altınlarından bir gram bile vermeye yanaşmaz. Memleketteki tarlanın satılmasına da büyük kız razı olmaz; çünkü orada ev yapıp yazları ailesiyle beraber orman havası alma planı vardır. Annenin altınları desek zaten kefen parası… Minibüse dokunulamaz, en küçük oğlanın geleceği içindir ki hâlihazırda evlenmesi için münasip bir kız aranmakta, şimdiden bu sebeple yeni bir kat çıkılmaktadır. Pahalı harcamalardan kaçınılmayan ailede, ortak borcu ödemek için hiç kimsenin en küçük bir fedakârlığa bile talip olmaması, meşhur “Anadolu irfanı” efsanesi açısından düşündürücüdür.
Film, “merhametten maraz doğar” atasözünün oylumlu açıklaması adeta. Bu deyişi tekrarlayıp duran insanlara, bizzat kendilerinin maraz olabileceklerine dair bir hatırlatma gibi. Haksızlıkların kaynağını sürekli kınadığımız ötekilerin nefsinde değil, her türlü kötülüğü bin dereden su getiren eğretilemelerle meşrulaştıran kendi öz benliğimizde aramak gerekmekte. Borç tutarı aile içinde bir çırpıda toplanabilecekken herkes, içinde biriktirdiği ukteleri dışa vurarak elini taşın altına koymaktan kaçar. İmkânların dağılımındaki eşitsizliklerle ilgili içe atılan ne varsa ortaya dökülür. Para kazanma meselesinde evlâtlarına ön ayak olan babanın, borcun ödenmesine gelince de dirayet ve kararlılıkla oğullarını yönlendirmesi beklenirken ikircikli ve tutarsız davranması, mevcut toplumsal yozlaşmanın bütün kuşakları sardığını işaret etmekte.
Yönetmenin, içinde yaşadığı toplumun davranış kodlarına hakimiyetini gösteren birçok sahne var filmde. İnsanlara kendini yükseklerde gösterme ve övünme alışkanlığı, borç ödemeye gelince hâlinden yakınmaya dönüşür. Dilin kıvraklıkla “varı yok, çoğu az” göstermesi o kadar tanıdık bir hâl ki… Satılan ürünlerin yerine raflara kutulardan yenileri doldurulurken “Dükkân iyi çalışmıyor, (müşteriler) sadece acil ihtiyaçlar için geliyorlar.” der baba. “Minibüs, okul servisi işinde ama yazları yatıyor.”, “Apartmanımız şehrin göbeğinde kaldı, burası en gözde yer oldu ama etraftaki binalar deniz manzaramızı kapattı.”, “Küçük oğlana kat çıkıyoruz ama yarım kaldı.”, “İşleri yönetiyorum ama şeker hastasıyım, eskisi gibi koşturamıyorum.”… Borcu ödemede ayak sürüyen babanın faydacılık duygusunun sonu gelmez. Alacaklıları çatıdaki su deposunun yerleştirilmesi işinde de kullanır. Normalde toplum içindeki bu türden yardımlaşmalar övünç kaynağımızken burada istismarın devamı olarak göze çarpar.
Sırada borç alınmış paranın ve sahibinin itibarsızlaştırılması var… Namazını kılan annenin “İhtiyacı olmasa buralara kadar gelip istemezdi. Bu parayı hemen ödememiz lâzım.” sözü kabul görmez. Erkek dünyasına göre bu doğru değildir çünkü usta, yakın bir zamanda İstanbul’dan ev almıştır. Ağabeyi öğretmendir; sırtını devlete dayadığından, dünya yıkılsa maaşı ceptedir. Üstelik Ayhan Usta parayı banka faiziyle çoğaltmıştır ki “faiz haram”dır. Fatih borsada kazandığını söylediğine göre bu, “parayla para kazanmak” olduğundan kumara girer. Borç alınırken temiz olan para, ödemeye sıra gelince gayri meşru oluverir. Krediye sıcak bakmadıkları için borç alan aile fertleri, ödeme için ellerindeki kaynakları kullanmak yerine Fatih’e kredi alması için baskı yaparlar. Öte yandan pound olarak alınan parayı alındığı zamanın düşük kurundan, Türk parası olarak ödeme fikri de yine faiz ihtimâlinin içlerine sinmemesi yüzündendir. En çarpıcı olan da borcu ödemek için kimseden bir kuruş bile çıkmazken ailenin hâlâ hafta sonu mangal partisi için toplanıp keyif yapabilmesidir ki bu cinsten rahatlığı da çevremizde sıklıkla görürüz. Borcunu ödemek yerine lüks tatillere çıkan insanlarla dolu bu toplum…
Filmde baba-oğul ilişkisindeki problemlere de göndermeler var. Her fırsatta rol dağıtan, ne yapmaları gerektiğini söyleyen, oğullarının sürekli sözlerini kesen bir baba… Meselâ arkadaşının Fatih’e sorduğu sorulara babası cevap yetiştirir; hem de onun adına aldığı kararlardan söz ederek. Oğlunun ne hissettiğini, hayatı ve geleceği hakkında ne düşündüğünü hiç sormadan, “Londra’yı özlüyor ama belli etmiyor, gerekirse tekrar gider çalışmaya.” der meselâ. Ailede demokratik görüntünün arkasında yumuşak gücüyle otokratik bir gerçeklik kendini hissettirir.
Bütün bu tartışmalar yaşanırken uyuşturucu işlevi gören televizyonun sürekli açık olması, toplumdaki bilgilenme ve eğitim kaynağının sığlığına işaret eder. Yönetmen bir metafor olarak mı kurguladı, bilemiyorum ama filmin en başında Fatih, Ayhan Usta ve ağabeyini arabasıyla eve doğru götürürken aralarındaki konuşmalarda geçen bir cümle, satır arasında her şeyi açıklıyor: “Şehir çok hızlı gelişiyor; yollar, binalar, sokaklar çarpık yapılaşmayla sürekli değiştiğinden, bildiğimiz yollarda kayboluyoruz.”
Yıldız Ramazanoğlu