Her şey hat sanatı ile ilgili belgesel film yapma niyetiyle başladı. Başlarda kolay altından kalkabileceğim bir süreç gibi düşündüm; ne var ki öyle olmadı. Uzun okumalarım, birçok insanla görüşmelerim senaryo konusunda ilerlememe değil tıkanmama sebebiyet verdi. Peki nerede tıkanmıştım? Bunu anlayabilmek adına hat meşkine başlamaya karar verdim. Değerli hat üstadı Cavide Pala Hoca’ya niyetimi açtım. Kendisi son derece müspet bir tavırla karşıladı. Böylece yaklaşık iki sene süren hat meşk serüvenim başladı. Kalemin nasıl açılacağını öğrendim, kağıdın kalitesinden haberdar oldum, mürekkebin tadına baktım. En çok da Cavide Hoca’nın kaleminden çıkan cızırtıları sevdim; sohbetinin yeri ise apayrıydı. Bir yandan yazının nasıl kağıtla buluşacağını bir yandan da hat dünyasının kitaplarda rastlayamadığım detaylarını öğreniyordum. Meşkin ilk talim cümlesine kaç ay boyunca takılıp kaldığımı, kaç kalem kırdığımı, kaç kağıt harcadığımı hatırlamıyorum. Ama manâsı üzerine uzun süre düşünmüştüm: ‘Rabbiyesir velâtuğassir, rabbitemmim bilhayr’ (Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma. Rabbim hayırlısıyla hitama erdirmeyi nasip eyle.)
Neden bir dua ile başlamıştık yazıyı öğrenmeye? Bu soru belki de hat sanatıyla ilk ciddi ve samimi bağımı kurdu. Kurdu derken hat sanatının kendi eyleme tarzını kavramaya dönük ilk adımı kastediyorum. Kapı biraz aralanmıştı. Hat sanatı Kur’an-ı Kerim’i güzel yazmak üzere doğmuş, gelişmişti. Her klasik sanatta olduğu gibi merkezine ‘güzel’ kavramı yerleşmişti. Kalemle yazının bin yılı aşan serüveni sonucunda büyük üstatlar, sanatkârlar yetişmişlerdi.
Arkadaşım Selman Kılıçaslan’la tekrar senaryoya döndüğümüzde belgesel film fikrimiz sinema filmine evrilmiş, kendimizi kurmaca bir anlatının içinde bulmuştuk. Artık yazmaya hazır hâle gelmiştik. Hat sanatının yüzyıllara yayılan birikimini referans alarak günümüzde geçen bir hikâyeye odaklanmaya karar verdik. Klasik birikimi diri tutmaya çalışan usta ile hafızasında yolculuğa çıkmak isteyen bir çırağın hikâyesi… Meselenin bam teline dokunmanın yolu nedir diye çokça düşündük. Gelenek kendi başına anlamlı bir zemindi ama bugün için ne ifade ediyordu? Bu çetrefilli soru bizi dikenli patikalara sürükledi. Aslında derdimizin cevap bulmaktan ziyade doğru soruları sormak olduğunu fark ettik. Böylece usta çırak hikâyesindeki klişede bir değişiklik öngördük. Acaba usta mı çırağı yetiştiriyordu yoksa çırak mı ustayı?
Her şey hat sanatı ile ilgili belgesel film yapma niyetiyle başladı. Başlarda kolay altından kalkabileceğim bir süreç gibi düşündüm; ne var ki öyle olmadı. Uzun okumalarım, birçok insanla görüşmelerim senaryo konusunda ilerlememe değil tıkanmama sebebiyet verdi. Peki nerede tıkanmıştım? Bunu anlayabilmek adına hat meşkine başlamaya karar verdim. Değerli hat üstadı Cavide Pala Hoca’ya niyetimi açtım. Kendisi son derece müspet bir tavırla karşıladı. Böylece yaklaşık iki sene süren hat meşk serüvenim başladı. Kalemin nasıl açılacağını öğrendim, kağıdın kalitesinden haberdar oldum, mürekkebin tadına baktım. En çok da Cavide Hoca’nın kaleminden çıkan cızırtıları sevdim; sohbetinin yeri ise apayrıydı. Bir yandan yazının nasıl kağıtla buluşacağını bir yandan da hat dünyasının kitaplarda rastlayamadığım detaylarını öğreniyordum. Meşkin ilk talim cümlesine kaç ay boyunca takılıp kaldığımı, kaç kalem kırdığımı, kaç kağıt harcadığımı hatırlamıyorum. Ama manâsı üzerine uzun süre düşünmüştüm: ‘Rabbiyesir velâtuğassir, rabbitemmim bilhayr’ (Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma. Rabbim hayırlısıyla hitama erdirmeyi nasip eyle.)
Neden bir dua ile başlamıştık yazıyı öğrenmeye? Bu soru belki de hat sanatıyla ilk ciddi ve samimi bağımı kurdu. Kurdu derken hat sanatının kendi eyleme tarzını kavramaya dönük ilk adımı kastediyorum. Kapı biraz aralanmıştı. Hat sanatı Kur’an-ı Kerim’i güzel yazmak üzere doğmuş, gelişmişti. Her klasik sanatta olduğu gibi merkezine ‘güzel’ kavramı yerleşmişti. Kalemle yazının bin yılı aşan serüveni sonucunda büyük üstatlar, sanatkârlar yetişmişlerdi.
Arkadaşım Selman Kılıçaslan’la tekrar senaryoya döndüğümüzde belgesel film fikrimiz sinema filmine evrilmiş, kendimizi kurmaca bir anlatının içinde bulmuştuk. Artık yazmaya hazır hâle gelmiştik. Hat sanatının yüzyıllara yayılan birikimini referans alarak günümüzde geçen bir hikâyeye odaklanmaya karar verdik. Klasik birikimi diri tutmaya çalışan usta ile hafızasında yolculuğa çıkmak isteyen bir çırağın hikâyesi… Meselenin bam teline dokunmanın yolu nedir diye çokça düşündük. Gelenek kendi başına anlamlı bir zemindi ama bugün için ne ifade ediyordu? Bu çetrefilli soru bizi dikenli patikalara sürükledi. Aslında derdimizin cevap bulmaktan ziyade doğru soruları sormak olduğunu fark ettik. Böylece usta çırak hikâyesindeki klişede bir değişiklik öngördük. Acaba usta mı çırağı yetiştiriyordu yoksa çırak mı ustayı?
Süreçte istesek de istemesek de yanı başımızdan hiç ayrılmayan sorular da vardı: Gelenek ne idi? Bize tepeden bakan kusursuz bir tecrübe mi yoksa ayağımıza bağlanmış büyük ve ağır bir pranga mı? Aşağı yukarı bir yıla yayılan senaryo yazma sürecinde bir yandan meşk sürecindeki tecrübeleri filme dâhil ettik bir yandan da hesabını verebileceğimiz bir film yapma düşüncesini sürekli zihnimizde tuttuk. Senaryonun bitmesiyle büyük bir eşiği aşmıştık. Sıra kağıda yazılanların perdedeki yansımasını görmeye gelmişti. Filmi çekmeli ve yazdığımız senaryonun düşüncelerimizle ne kadar uyumlu olduğunu deneyimlemeliydik.
Yapım süreci zorluydu. Her filmle içine çekildiğimiz çileli yolda en büyük yoldaşımız sabırdı. Evet, artık elimizde bir senaryo vardı ama filmi çekmek için şartlarımız hazır değildi. Bunun için öncelikle devlet kurumlarına başvurduk. Kültür Bakanlığının ilk film desteği imdadımıza yetişti. Çok sevindik. Bilenler bilir, Türkiye’de Kültür Bakanlığı desteği, film yapan insanlar için can simidi gibidir. Rüzgâr esmeye başlamıştı. Ardından TRT’nin filme ortak yapımcı olarak katılması bizi iyice şevklendirip cesaretlendirdi. Nihayet ön hazırlıklara başladık.
Muhayyilemizden kağıda yansıyanları kameranın dürbününden görmeye çok yaklaşmıştık. Filmin büyük kısmı İstanbul’da, küçük bir kısmı da Safranbolu’da çekilecekti. Öncelikle İstanbul’da meşk mekânı için bir han odası bulmamız gerekiyordu. Han odasındaki sahne sayımız fazlaydı. Bu sebeple rahat çalışabileceğimiz bir mekân tespit etmeliydik. Karaköy’de Ömer Abed Han’ı beğendik. Burada izbe, yıkık dökük bir han odasını kiraladık ve iyi bir sanat yönetimiyle sıfırdan bir hat atölyesine çevirdik. Filmin diğer mekânları konusunda da sıkı çalıştığımızı söyleyebilirim. Karar verebilmek adına bazı mekânlara farklı günlerde tekrar tekrar gidip vakit geçirdiğimi hatırlıyorum.
Filmin önemli ayaklarından birisi görüntü yönetmenliğiydi. İşinde başarılı bazı isimlerle görüştüm. Çoğu ön hazırlık sürecindeki titizliğimi yersiz buluyordu. Ya tecrübelerine çok güveniyorlardı yahut aynı anda başka işleri de kovalamanın getirdiği dağınıklığa yaslanıyorlardı. Benim için filmin bütün süreçlerinde ön hazırlık, çekim evresi kadar hayati olmuştur. Bazen abartıya kaçtığımı söyleyenler çıksa da şimdiye kadar bu kanaatimde bir pişmanlık yaşamadım. Sonunda kafamdaki işleyişe uygun bir görüntü yönetmenini bulmuştuk. Ön hazırlığın henüz başlamadığı bir evrede temel mekânlarda sahnelerin büyük bir kısmını müzakere ede ede cep telefonuyla kayda almış ve bir çekim senaryosu hazırlamıştık.
Oyuncularla ilgili çalışmalar da sürüyordu bir yandan. Bütün oyuncu adaylarıyla tek tek görüşüyordum. Esas zorluk başrolleri tespit edebilmekti. Tam bulduğumu, hallettiğimi düşündüğüm bir noktada oyuncu sürecini sil baştan yeniden kurgulamak mecburiyetinde kaldım. Benim için sıkıntılı ve bıktırıcı bir süreçti. Her şeye rağmen yorulmadan, yılmadan çalışmaya devam etmeliydim. Tekrar yola koyuldum. En çok Eşref rolü için tedirgindim. Daha önceki tecrübelerimden ‘hâl dili’nin rolü konusunda oyuncuların yeteneklerine rağmen çaresiz kalabildiklerini biliyordum. Oyuncularla ilgili şöyle bir şartım vardı. En az iki ay usta bir hattattan yüz yüze hat meşk edeceklerdi. Bunu göze almayan oyuncularla daha baştan yollarımı ayırıyordum. Çünkü hat dünyasına tamamen yabancı bir oyuncunun hat kalemini tutuşundaki sakilliği gözlerimin önüne getirmeye bile tahammülüm yoktu. Günün sonunda dikkatli adımlarla oyuncu arayışımızı hitama erdirdik.
Dilsiz’den önce yaptığım kurmaca belgeselde (Mirâciyye: Saklı Miras) deneyimlediğim iki hususun filme ciddi katkısı olduğunu düşünüyorum. Bunlar standart film hazırlıklarında bir aşama, bir durak kabul edilmeyen ses ve görüntü senaryosu çalışmalarıydı. Ses senaryosuna filmin ses haritası da diyebiliriz. Ses haritası filme konu edilebilecek en küçük seslerin bile fikrî karşılıklarını düşünmemize imkân tanıyor. Böylece sahne bazlı, oyuncu bazlı ses kodlamaları yapabiliyor, gerektiğinde çekimleri bu kodlara göre yönlendirebiliyoruz. Görüntü senaryosu ise daha çok filmin diline dair yapılan temrinlerden oluşuyor; çekim senaryosuyla karıştırılmasın. Çekim senaryosu öncesinde filmin görsel dünyasına dair bir temel kazma faaliyeti gibi düşünülebilir. Her iki çalışma, araziye düştüğümüzde, kaybolma risklerinin doğduğu aşamalarda yol gösterici bir tabelaya dönüşüyor.
Filmi çekme noktasına geldiğimizde üzerimden büyük bir yükün kalkmaya başladığını hatırlıyorum. Ne var ki çok daha büyük bir yükün sırtıma bindiğini sonraları yavaş yavaş idrak ettim. Yönetmenlik ne idi? Soruyu bu kadar ciddi kendime yönelttiğim başka bir zaman dilimi hatırlamıyorum. Etrafımdaki insanların bana yönetmen sıfatıyla seslendiklerinde anlamsız boşluklara düştüğüm zamanlar geride mi kalmıştı?
Hat sanatının ölçüsü ‘nokta’ idi. İçine kocaman bir geleneğin edebiyatını, şiirini, musikisini, mimarisini, dolayısıyla bütün inceliklerini sığdıran ‘nokta’ya dair bir film yapmak başlı başına cesaret işiydi. İlk sinema filmimdeki yönetmenlik imtihanını bu zeminde vermenin beni ne kadar zorladığını kelimelere sığdırmam mümkün değil. Film çekmenin vaat ettiği dayanılmaz hafifliği hiçbir zaman hissedemedim diyebilirim.
Film seyirciyle buluştuğunda nedense filmin benimle bağının yavaş yavaş kopmaya başladığını fark ettim. Dilsiz artık seyircinin olmuştu. ‘Nokta’ beni filmde de yer alan ‘hiç’ levhasına bindirip nehrin ortasına salıvermişti.
Murat Pay