1999-2007 arasında yayınlanan ve genellikle “en iyi diziler” listelerinde ilk üçte zikredilen The Sopranos, bu özelliğini bir şeye borçlu: Zekice kurgu ve etkileyici atmosfer ikilisi ile merakı istismar ederek değil, ontolojik bir hayat dersi sunarak izleyiciyi cezbetmesinde. The Sopranos düz bir mafya dizisi değil, bir yandan modern insan psikolojisini teşrih ederken diğer yandan da psikoloji ve psikiyatri disiplinlerini ağır bir bombardımana tabi tutan bir yapım. Farklı entelektüel damarlardan beslenen ve aynı zamanda İtalyan-Amerikan kültürünü de başarılı bir şekilde tasvir eden bu efsanenin teklifini anlamak ve onu psikolojik açıdan çözümlemek için onun kurucu unsurlarına yakından bakmak gerekecek.
Tony Soprano
Kendisine sorarsanız Tony Soprano “New Jerseyli şişko ‘lânet’ bir sahtekâr”dır. Sopranolar 20. yüzyılın başlarında Napoli’den New Jersey’e yerleşmiş göçmen bir ailedir. New Jersey gettolarının karanlık sokakları, kahramanımız Tony’nin babası Johnny ve amcası Corrado’yu 1960’lı yıllarda mahalleleri Newark’ta kanunsuz işler yürütmeye itmiştir. Tony zaman içinde “aile işi”ne dahil olur, dizinin naklettiği 90’lara geldiğimizdeyse mafya liderinin ölümüyle Tony ciddi bir mafya örgütüne dönüşen bu yapının başına geçer. Ancak aile işinin stresi ve kendi psikolojik yetersizlikleri başına belâ olacaktır.
Sık sık bayılmaya başlayan Tony mafyadan gizlice bir psikiyatriste gitmeye başlar. Psikiyatristi Dr. Melfi, teşhisine göre Tony antisosyal davranış bozukluğu ve panik atak krizlerinden muzdariptir. Tony Dr. Melfi’yle konuştukça görürüz ki bu “cins” ailenin çoğu ferdi ayrı bir psikolojik rahatsızlıkla malûldür. Annesi Livia sınırda kişilik (borderline) sendromları gösterirken babası Johnny panik atak, amcası Corrado bunama ve oğlu Anthony Junior da majör depresif bozukluk yaşamaktadırlar. Oğlu gibi gördüğü yeğeni Christopher da ödipal eğilimlere sahiptir. Tony ise kişilik olarak fevri, yalancı ve açgözlüdür; şehvete ve puro gibi fallik objelere düşkündür. Çocuklarına ve evcil hayvanlara karşı oldukça şefkatli ama dışarıdaki insanlara karşı fevkalâde merhametsiz olan bu çizgi dışı “baba” aynı zamanda yakın tarih belgeselleri ve siyah beyaz film-noir’lara oldukça meraklıdır.
Sigmund Freud
The Sopranos’taki karakterlerin, özellikle Tony’nin kişilik özelliklerinin altında Freud’un psikoseksüel gelişim şeması yatmakta. Freudyen psikolojiye göre genel insan faaliyetleri ya şiddet ya da cinsellik içgüdülerine dayanır. Freud korku, şiddet, cinsellik üçgeninde algıladığı insanın psikoseksüel gelişim sürecini oral dönem (0-2 yaş), anal dönem (2-4 yaş), fallik dönem (4-6 yaş), latent dönem (6-12 yaş) ve genital dönem (12-22 yaş) olarak tasnif eder.
Oral dönemde insan zihni süperegonun yeterince gelişmemiş oluşundan dolayı id’in empoze ettiği arzularca istilâ edilmiştir. Savunmasız durumdaki kişi mutlak korunma beklentisi içindedir, annesine bağımlıdır. Alma ve verme olguları zihinde bu dönemde yerleşir, anne figürünün eksikliğinde kişi oral dönem takıntısı geliştirebilir, duygusal olarak bağımlı ve kırılgan, aşırı obur, tensel/maddi bağımlılıklar söz konusu olabilir. Haz ve emniyet arayışı bu dönemin başlıca özelliğidir. Fallik dönemde ise çocuk, cinsiyetlerin farkına varır, ahlâki kaidelerin temeli atılır. Bu süreçte oluşan sıkıntılar, kişinin oedipus sendromu ya da iğdiş olma korkusu geliştirmesine ya da kadınları küçük görmesine de yol açabilir. Kişinin/çocuğun sık sık kaybetme korkusuyla mahrem bölgesini kontrol etmesi şeklinde tezahür eden iğdiş olma korkusu, bir başka uzuv veya cisme de kanalize edilebilir.
Tony ve annesi Livia’nın ilişkisini düşünelim. Baba eve pek uğramamaktadır; evde bütün otorite Livia’nın elindedir. Babaları evdeyken Tony ve kardeşlerine karşı oldukça müşfikken Livia biraz da borderline sorunundan dolayı çocuklarından patolojik bir şekilde “hazzetmez”, onlara sert muamele etmekten ve kaba konuşmaktan geri durmaz, (“Uslu durmazsan bu çatalı gözüne saplarım” cümlesi dizide geri dönüşler ile sık sık hatırlatılır). Tony kişiliğinin oluştuğu çocukluk döneminde anne şefkatinden mahrum kalmış ve bu sebeple haz düşkünlüğü, oburluk, duygusal kırılganlık (ve buna bağlı panik atak) gibi kimi oral takıntılar geliştirmiştir.
Bunların yanı sıra fallik dönem ile ilgili sorunları da vardır Tony Soprano’nun. Tony’nin rüyaları iğdiş olma korkusu teması etrafında dönmektedir. Bunlardan birinde evinin havuzunda beslediği ördekler göç edince Tony, ördeklerin kendi cinsel organını kapıp gittiğini görür. Bir başka defasında da Tony depresyon geçirmektedir ve aşırı dozda ilaç alarak halüsinasyon görmüştür. Halüsinasyonda karısı Carmela, onun depresif ruh hâlinden bıktığını, kalkıp “gerçek bir erkek” olmazsa cinsel organını kesip atacağını söyler. Halüsinasyonun etkisi bittiğinde olayın gerçek olmadığı anlaşılır.
Talepkâr bir karısı, ukala bir kızı, baş belâsı bir kız kardeşi, şantajcı metresleri ve ondan nefret eden bir annesi olan Tony’nin hayatında, doktoru hariç, sıkıntısız bir kadın/kız yoktur. Bu yüzden içindeki sevgi açlığını yönelteceği hayaller görmeye başlar. Bir halüsinasyonunda Tony, komşusunun bahçesinde gördüğü serapa beyaz giyinmiş bir kadınla tanışır, ona âşık olur, pencereden gizlice onu izler. Bu gözetlemelerden birinde kadını kucağında bir bebekle görmesiyle halüsinasyon biter. Bebeğin adını sorar: “Antonio”dur.
Tony’nin hayatında iğdiş olma korkusunun çoğu zaman bilinçdışı boyutu aşarak evcil hayvanlara ve oğluna kanalize olduğunu görürüz: Havuzunda beslediği ördekler; çok sevdiği atı ve kızını ihmal pahasına şımarttığı oğlu AJ bu duruma örnektir.
Gestalt Ekolü
Gestaltçılığın odak noktası, tek başına anlamsız duran cisimlerin bir düzen ve örüntü dahilinde bütün olarak algılanabilmesinin incelenmesidir. Gestaltçılar’a göre insan algı ve psikolojisi iki nazari temele dayanır: 1. Algının bütünlüğü; yani zihnin tabiatı gereği cisimleri bir bütünün parçaları olarak algılaması -ki bu sayede “noktaları birleştirin” türü bulmacalar çözülebilmektedir. 2. Ruh-fizik eşyapılılığı; yani insan algısına akseden nümen ve fenomen arasında nitelik ve hüviyet birliği olması. Bu iki temel göz önünde bulundurulduğunda Gestalt, psikolojide kapanım (closure) olarak tabir edilen olguyu anlamak için anahtar bir yaklaşımdır. Kapanım, muğlak bir durumun kesin ve tatminkâr bir nihayete er(diril)mesidir. Kapanım ontolojik güvenlik açısından hayati önemdedir. Gestaltçılık’a göre cisimler birer bütünün parçasıdır, algı da bir bütündür, bu sebeple yarım kalan çemberin tamamlanması/kapanması ve böylelikle istenen durumla maddi durumun eşleştirilmesi insan fıtratının tabii bir icabıdır.
The Sopranos‘un kurgu evrenine yön veren başlıca saik, kapanım arayışıdır diyebiliriz. Sadece Tony değil, Carmela, Janice, AJ gibi ailedeki diğer karakterler ile Ralph, Richie, Artie Bucco gibi tali karakterler de kapanım arayışının tesiri altında gibi görünmektedirler.
Tony’nin iktidarından koparak onu gitgide iğdiş eden parçalar (ördeklerin göç etmesi, atının ölmesi, bunayan amcası tarafından vurulması, oğlunun intihara teşebbüs etmesi vb.) Tony’nin ruhundaki kapanım ihtiyacını gitgide derinleştirir. Bu ihtiyaç Tony’yi müşfik anne figürleri aramaya iter.
Tony’nin kapanım arayışını daha iyi anlayabilmek için AJ’in iç dünyasına da bakmamız gerekiyor. Çünkü aslında o babasının küçük bir kopyası (Anthony “Junior”). Tony terapiye gittiği son seansta Dr. Melfi’ye oğlunun haytalık kovalamaktansa yatağında intiharı düşündüğünden bahseder ve ekler: “Benim çürümüş, ‘lânet’, kokuşmuş genlerim çocuğumun ruhuna bulaştı.”. Anthony Junior hayata anlam atfedemediği, hayattaki sert gerçekliği kaldıramadığı için ruh-fizik uyuşmazlığı ve kapanım yokluğuna bağlı büyük bir depresyon yaşamaktadır. İntihara teşebbüs eden AJ’i kurtaran babası müşahade için onu bir psikiyatri kliniğine yatırır. Kliniğe ziyarete gelip oğlunu gördüğü sahnede bir parça çalmaya başlar ve bölüm biter. Sırf bu müzik ve sahne bile başlı başına dikkate şayandır. Şarkı “Antoneddu Antoneddu” adlı geleneksel bir Sardinya ninnisidir. Bu ninnide anne, oğluna “Antoneddu” (Küçük Antonio) diye seslenmektedir, (Tony’nin halüsinasyonundaki bebeği hatırlayalım), Ninni şöyle devam eder: “herkes yalan söylüyor, ölmek istemen daha iyidir, kırda bir haydut olmaktansa”. Bu müşfik anne seslenişi AJ’in uyum sağlayamayadığı dünyevi gerçeklik karşısında onun feleğin çemberinden geçmiş bir ferd, bir haydut (banditu) olmaktansa ölmek istemesini anlayışla karşılamaktadır.
The Sopranos karakterleri, özellikle Büyük ve Küçük Anthonyler, hayatın acı gerçekleri ve iradeye meydan okuyuşu karşısında bir kendilerini tamamlama ve kapanım arayışı içindedirler. Hayatın dış saiklerin ve verili yapının mutlak egemenliği perspektifinden “yapısalcı” kavranışına karşı karakterlerimiz hayata, kapanım ümidi/imkânı veren tabii ve fıtri bir Gestaltçılık ile yaklaşmaktadır. Nitekim Gestaltçılık yapıyı mükemmel bir bütünlük değil, kesik çizgilerle çizilmiş bir daire olarak algıladığından ve yapısalcı topyekün, dört başı mamur yapı anlayışına meydan okur.
Gary Cooper
The Sopranos’ta dillendirilen ve sıkça tekrar eden motifler aslında psikiyatriye ve modern insan psikolojisine sıkı bir meydan okumadır. Dizideki sıklıkla tekrar eden repliklerin ve kalıpların başlıcalarını hatırlayalım: “Poor you!” (Yazık sana!), “happy wanderer” (mutlu gezgin), “Gary Cooper”, “impending doom” (yaklaşan kıyamet), “sewer” (lağım), “Our mothers are bus drivers.” (Annelerimiz otobüs şoförleridir.) akla ilk gelenler.
Siyah-beyaz filmlere hayran olan Tony dünyayı eski Hollywood’un erkeklik sembollerinden Gary Cooper üzerinden kavramakta ısrarcıdır. Tony, seanslarından birinde Dr. Melfi’ye “Bugünlerde herkes kafa doktorlarına gidip dertlerinden bahsediyor. Peki Gary Cooper’a ne oldu? O sessiz, güçlü tipe…” diye sorar. Ancak doktorun bir cevabı yoktur. Neden modern insan Gary Cooper gibi değildir? Her nesil neden giderek daha kırılgan olmakta, acı gerçeklikle yüzleşip bir banditu olamamaktadır? Oysaki ninni Antoneddu’yu anlamakta, fakat babasının intikamını almasını da beklemektedir. Tony’nin bu kilit sorusu psikiyatriye yönelik sıkı bir protesto ve de gerçekliği gitgide acılaştıran ve ontolojik güvenlik halesini sarsarak kapanım ihtiyacını sürgit yoğunlaştıran sürece, dahası moderniteye yönelik ciddi bir ithamdır.
Bu kırılgan ve güvensiz psikoloji, iktidarı ve güvenliği takıntı hâline getirmekte, sürekli güvenliği kapıp götürecek bir kuş, kapıda bir felâket (an impending doom), beklemekte; ve hatta bazen Tony gibi, bu kaygıyı taşımayan sağlıklı/ya da haydut psikolojileri, ıslık çalan mutlu gezginleri (happy wanderer) “ölümüne yumruklamak” ister.
Oysaki diziye göre dünya bütün karanlığıyla dünyadır, hiçbir oral kompleks veya anne figürü üzerimizdeki zalim impending doom şüphesini kaldırmaz. Bu durum ifadesini lağım ve otobüs metaforlarında bulur. Dr. Melfi bir bölümde tecavüze uğrar fakat zanlı, bir yasa boşluğu sebebiyle serbest bırakılır. Hastanede annesini görmeye gelen oğlu olanları öğrendiğinde sinir krizi geçirir: “Dünya lağımdan başka birşey değil, (lağımdaki) hayvanlar dışarıda kuduruyor ve kazanan onlar oluyor!” Neorealist sinema geleneğinden ilham alan The Sopranos dünyayı bütün çığlaklığıyla anlatır; kötülükler, zulümler maskelenmez; dünya dev bir açık lağım gibidir. Tony ve Dr. Melfi’nin o kilit önemdeki son seansında Tony’nin başına dank eder bütün hakikat: “Bence annelerimiz birer otobüs şoförü. Onlar bizi buraya getiren vasıta, bizi indirir ve yollarına devam ederler, ama biz hâlâ otobüsü yakalamaya çalışıyoruz.”. Artık otobüs gitmiştir, annelerimizin şefkat ve kucaklayıcılığı uzaktadır ve vahşi lağım hayvanlarının cirit attığı Rönesansvari kaotik ve kalabalık bir tabloda, dış dünyada ayakta kalanlar, ancak cürümlerinin peşi sıra ıslık çalan mutlu gezginler, “haydut”lardır. Dizinin mesajıyla İsmet Özel’in “Jazz” şiirinin mısraları pek iyi örtüşmektedir:
“ben papatyaları şımartmadım diye oldu/ (…) Al Capone’lar gangster”…
Sonuç Yerine
Elimizde “tehdidini ikaa muktedir”, anaç (maternal) ve koruyucu bir özgül medeniyet küresi olmadığına göre modern dünyaya karşı hiçbirimiz ayrıcalıklı değiliz. Ne kadar dillendirmesek de bilinçdışında uyuyan isteklerimiz var, ne kadar hem doğrudan hem kategorik olarak reddetsek de modernitenin içinde yaşamaktayız. İsteyerek ya da istemeyerek modern fertleriz. Öyleyse Büyük ve Küçük Anthonylerin hikâyesinden hepimizin alacak bir hissesi var. Dizide kesif bir çaresizlik manzarası sanatkârlıkla ortaya konuluyor. Bu manzara ortadayken zaten cüzi olan iradenin gardını indirip tabiatı gereği, kesik çizgilerle çizilmiş bir daireyi kapatmak için onu beyhude yere çekiştirmeyi bırakarak büyük “yapı”nın büyük mimarına teslim olmayı kabul edebilmek gerek.
Ahmed Fatih Andı