Genelde seyrettiğimiz tabiat belgesellerinde perdeye/ ekrana yansıtılanı gündelik hayatımızda şahit olduğumuz veya inanmak istediğimiz gerçek ile eşdeğer bir konumda tahayyül etmişizdir. Çünkü ağaçların, otların arasına süzülen kamera büyük bir özenle olan biteni seyirciye aktarmakta, muhatabın derin tecessüs duygusunu tatmin edebilmek için elinden geleni yapmaktadır. Son derece masum gözüken bu hamle, tabiatın zengin dünyası içinde gözleme yeltenen kameranın bir konum belirlediğini unutturur. Seyirci hâliyle kameranın nereden baktığına değil, nereye baktığına odaklanır. Yavaş yavaş kameranın konumunun referansı, kameranın objektif üzerinden bakışının referansına dönüşür. Seyirci adına görülen gerçek, tereyağından kıl çeker gibi seyircinin kendi gerçeği olmuştur artık. Tahakkümün doğduğu aralık işte tam burasıdır; çünkü seyirci bir başka gözün kendisine sunduğu gerçeği, bir yanılsama zemininde sorgulamadan kendi gerçeği gibi algılamaya başlar. Bu durum buz pisti üzerinde kaymayı öğrenenlerin yaşadığı telaşa benzer: Düşmemek ve ayakta kalmak için büyük çaba sarf eden ilk öğrenicilerin temel meselesi henüz zemine aşina olmamalarıdır. Acemi kişi zemini tanımıyorsa zeminin kendisine uygulayacağı her türlü oyuna karşı hazırlıksız yakalanır. Dolayısıyla düşmek yahut kayıyormuş gibi yapmak doğallaşır. Tabiatın içine gizlenen kameranın yaslandığı referans yahut zemin de seyircinin bu telaşından istifadeye meyillidir. Seyircinin telaşı, baktığı yerin onda uyandırdığı merak unsurundan neşet eder. Seyircinin nereden, hangi zeminden bakıldığını düşünecek fırsatının olmayışı, pistte ayakta kalmaya çalışan insanın zemine yabancılığını çağrıştırır. Özellikle küçük çocukların bu nevi belgesellerden uzak tutulması gerektiğini düşünmüşümdür hep; çünkü kameraya gerçeğin referansının sorgulanmaması gereken bir gözlem yeteneği payesi biçiliyor. Bu yolda emin adımlarla ilerleyen bir kamera belki büyükler için de tehlikelidir…
Turgut Cansever’e göre Rönesans resmi, sabit bir noktadan yapılan bir bakışın hakikati tamamen kapsayabileceği yanılsaması içindedir. Aslında aynı bağlam, kamera için de pekâlâ geçerlidir. Şayet kamera, yapay ve tabii olmayan konumunu, yani zaten “gerçeği” kaydetmediği gerçeğini bize söylemediğinde, tahakküm eder bir tavırla bütün bir hakikati bize gösterdiğini iddia etmeye başlıyor. Buradaki nesnellik iddiası, bilinçli yahut bilinçsiz bir nevi tanrılık iddiasına da dönüşüyor. Tabiatın insan ile benzer unsurlardan (anasır-ı erbaa/dört unsur/su, hava, ateş, toprak) meydana gelişi, sorunu giriftleştiriyor; zira insanın kendisini tabiata dair meselelerde huzurlu ve rahat hissettiğini bilen kamera, kendi konumunu ifşa etmeden tehlikeli bir tuzağa yelteniyor. Tıpkı hayvanat dünyasını ele alan belgesellerde yaygın biçimde yer verilen “av-avcı” ana izleğindeki gibi gerçeklik payı nesnel bir göze indirgeniyor; subjektiflik göz ardı ediliyor. Belgesellerde çekim yapılan bölgenin, yerleştirilen kameralarla, kurulan küçük çaplı tesisler ve çekim ekibiyle birlikte adeta bir deney alanına çevrilmesi de bu çerçevede düşünülebilir. Belgesel aracılığıyla gösterilen kesitin mutlak bir iddianın taşıyıcısına dönüşmesi için şartlar hazırlanmıştır. Böylelikle seyirci, avın kendisi olduğunun farkına bile varmayacaktır.
Mesela stadyumda koltuğunda futbol maçını takip eden bir seyirci, oyunu sürekli sabit bir noktadan seyreder. Onun için uzak uzaktır, yakın da yakın. Ancak aynı maçı televizyondan takip eden bir seyirci için farklı bir durum söz konusudur. Buradaki seyirci için yakın, televizyon rejisinin yakınıdır, uzak, televizyon rejisinin uzağıdır. İki seyircinin aynı maçı takip ettiği iddia edilebilir. Ancak farklı bir seyir tecrübesi mevcutken ikisinin seyrettiği aynı maçtır demek ne kadar mümkündür? Tabiat belgesellerinin bizi yanılttığı yer de burasıdır. Halbuki tabiata dair gözlem yapabilmek için her insan teki kadar ayrı bir deneyim sahası mevcuttur.
Aslında kameranın konumunu unutturmak, onun bir anlam dünyası üzerinden yorumlandığını da unutturuyor hâliyle. Dolayısıyla kamerayı tamamen günahkâr ilân etmeye gerek yok. Zaten burada kameradan ziyade, kamerayı kullanan insanı tartışıyoruz. Öyleyse belgeselin tespit ettiği konuda ve girdiği alanda bütünü görmeye çalışan, şahit pozisyonda yer alarak seyirciye temaşa etme imkânı tanıyan ve onu tefekküre sevk eden bir tavır takınmak neden mümkün olmasın?
Asıl soru şu: Saf gerçeğe erişemeyeceğini bilen belgesel sinema nasıl bir yol takip edebilir?
Murat Pay