Yıllar önce Abdülaziz’in Av Köşkü’nde mütevazı bir edebiyat okulu açmış, okula Tanpınar’ın adını vermiş, ilk dönemin ders başlıklarını da ona ayırmıştık. Yazarın günlüklerinin konu edileceği dersi isteyerek ve büyük bir zevkle ben üstlenmiştim. Zevkle üstlenmiştim çünkü Tanpınar’ın estet yanından çok biraz bohem, çokça bedbin ve hüsranla nihayetlenen hayatı çok daha fazla ilgimi çekiyordu; eserlerinin başarısını biraz da zaaf ve saflıklarla dolu biyografisine bağlıyordum. Büyük çoğunluğu edebiyat öğretmenlerinden oluşan katılımcılar benimle aynı görüşte değildiler ama. Hepsi Tanpınar hayranı olan bu hanımlar ve beyler, yazarı günlükleri yayımlanmadan çok önce okuyup sevmişler, onu gözlerinde tıpkı metinlerindeki gibi estet, şık bir İstanbul beyefendisi olarak hayâl etmişlerdi. Narmanlı Han’da, öğrencisi Turan Alptekin’i ağzında külü uzamış bir sigara, üstünde çizgili pijama, saçları dağınık, hayattan bıkmış bir hâlde karşılayan ve kahvaltısını gazete kâğıtlarının üzerinde yapan bir adam onların Tanpınar’ı olamazdı. Şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Maalesef başka bir Tanpınar yok; ben de bu Tanpınar’ı sizin hayâl ettiğinize yeğlerim. Onda yaratıcı bir yıkımın güzelliği var…”
Biz Cağaloğlu ahalisinin zihninde hep kitaplarından, hakkında anlatılanlardan ve hatırat bahislerinden karılmış bir Tanpınar portresi oldu. Yazarın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrencisi olmuş, hayattaki bazı isimleri, ondan bahsederken can kulağıyla ve hatta gıpta ile dinledik. Edebiyatta seçkin bir yere sahip bu birkaç kişi; o çok sevdiğimiz yazarı canlı olarak görmüş, işitmiş, hâlet-i ruhiyesine tanıklık etmiş, hatta ondan bize değerli bir miras olarak kalmışlardı. Fakat bu canlı tanıkların anlattığı Tanpınar da pek iç açıcı değildi. İnci Enginün meselâ, kısa bir süre ders aldığı büyük edebiyat adamının aslında pek de ideal bir hoca olmadığını, bir konuya girdikten sonra yan yollara saptığını, dersin merkezini kaybettiğini söylüyordu. Ahmet Hamdi için hocalık, yazarlığı dışında yaptığı bir kısım yorucu işlerden biriydi belli ki. Bakımına muhtaç ablası, borçları, kumar masası masrafları için mutlaka bir şeyler yapması gerekiyordu. Hatta bir ara daha iyi bir gelir getirir umuduyla üniversite hocalığını bırakıp lise öğretmeni olarak Bağdat’a gitmeyi bile göze almış, orada okuyacağı kitapların listesini yapmaya başlamıştı. Yoksulluk bu dağınık ve dalgın adamın hem bahanesi hem de şirpençesiydi…
Arkadaşlarına, dostlarına verdiği değere rağmen çevresi Tanpınar’a pek de alıcı gözlerle bakmadı ve içlerinden epey bir kısmı da kumar masasında söğüşlemek de dahil onun saflığını kullanmaktan geri durmadı. Başkalarının gözünde hep biraz geri planda duran bu silik ve saf adama borçlarını ödemek için oturduğu kumar masasında kumpas kuruyor, kaş göz işareti yapıyor ve oyunun sonunda borçlunun borcunu daha da artırmış oluyorlardı. Arada bir kazandığında yaşadığı sevinci hayâl etmek güç değil. Haldun Taner, tanıdıklarına dair yazıları topladığı Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil kitabında yazarla aralarında geçen bir diyalogu şöyle naklediyor: “Ölümünden birkaç gün önce Hachette’de rastlaşmıştık. Ayaküstü son romanından konuştuk. Eli elimde ‘Dün gece sizinkilerle idim.’ dedi. ‘Bezik oynadık. Tevfik Sağlam Paşa, Osman Horasanlı, Fahri Arel, Hamit Nafiz, İlhami Bey… Yedi buçuk liralarını aldım.’ Üzülmüşlerdir, dedim. Güldü, başını salladı.” İlahi Tanpınar, çocukça bir sevinçle anlattığın bir gece önceye dair bu hikâyenin senin nadir mutluluk anlarından biri olduğunu biliyoruz. Haldun Taner’in iyi kalpli yazısında sana dair kurduğu cümleyi bir kere daha tekrar etmekte ne zarar var: “Ne kadar dürüst ve gıllıgışsız olduğuna çok örnekler verebilirim…”
Hatıratlar bazen bir insanın loşluğuna ve içinde bulunduğu muhite bir pencere gibi açılır. Ya görmediğimiz yeni bir ayrıntıyı yakalarız ya da bildiklerimizin sağlamasını yapmış oluruz. Taner’in “Ne İçinde Zamanın, Ne de Büsbütün Dışında” başlıklı yazısı da öyle; yazıda, bilmediğimiz birkaç anekdotla ve bildiğimiz bazı hakikatlerin teyidiyle karşılaşıyoruz. Şöyle diyor meselâ: “Ahmet Hamdi Tanpınar bende, her zaman kurak bir toprağa düşmüş bitki hüznü yaratmıştır. Adilikler, sathilikler, gelgeçlikler, vurdumduymazlıklar içinde bir ortamda, onu mülteci bir Orta Avrupalı, örneğin bir Macar yazara benzettiğim de çok olmuştur. Sağla solla, titiz bir ayrım yapmadan her önüne çıkan biraz kafası işler insanla dost sanılışı, hep bu yalnızlığından, kendine bir tutamak aramak, hiç değilse taşmak ihtiyacında olan engin dostluğuna birtakım yankı adacıkları bulabilmek zorunluğundan doğuyor olmalı idi. Bir de şu var: Belki de insanlara, çıkardan uzak, alabildiğine içten bir yakınlık göstere göstere bunun zevkine er geç onları da vardıracağını ummuş olabilirdi.”
Maalesef öyle olmadı, insandan ve kalemden başka sığınağı olmayan bu bedbin adam, sığınaklardan birine neredeyse hiç giremedi; öylesine saftı ki girdim sandığı zamanlarda da aslında her yerinin açıkta olduğunu göremiyordu…
Ali Ayçil