Ülkemizin önde gelen sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, 28 Mayıs 2018’de aramızdan ayrıldı. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi için kendisiyle yapılan söyleşiden bir kesit paylaşarak Semavi Eyice’yi azmi ve çalışkanlığıyla anmak istedik. [1] Bugün akademik dünyada tartışılan “Gençler neden okumuyor?” sorusuna karşılık İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında kalarak savaşın tüm etkilerini tecrübe etmiş bir nesle mensup Eyice’nin ilim için katlandığı zorlu günlere dair kendi dilinden aktardığı hatıraları, her açıdan ilham verici.
“Semavi Eyice ile Türk Sanat Tarihi Üzerine”
1948 yılında verdiğim İstanbul minareleri hakkındaki tezimi hazırlarken de sokak sokak İstanbul’u gezdim ben zira bu işin bir rehberi yoktu. Geziyorsun ve “Şurada bir minare var.” diyorsun. “Şöyle bir hususiyeti var, aman bunu hemen not edeyim.” diyorum, yazıyorum çiziyorum, resmini çekiyorum. Fakat çok sıkıntılı bir süreçti de bu. O devirde her şey Avrupa’dan geliyor. Karbon kâğıdı bulamıyorsunuz. Fotoğraf filmi bulamıyorsunuz. Fotoğraf basacak kâğıt bulamıyorsunuz. Harp 45’in ortalarında bitti ama daha 46-47 yılında Avrupa’da ticaret başlamış değil doğru dürüst. Dahası kütüphaneler kapalı. Hiçbir kütüphaneden faydalanamıyorsun. Çok büyük zorluklar içinde biz mezun olduk. Yalnız ben Bizans sertifikasını verdiğim için “Bu öğrenciler perişan kaldı. Sen de Bizans sanatını verirsin, iyi kötü bir şeyler biliyorsun. Öğrencilere biraz anlat da imtihana girsinler.” dediler. Ben bu şekilde kadro dışı biraz hocalık yaptım. Ben o sırada, Schneider’i Bedros Nişanyan’ın dükkânında tanıdım. O zaman Fransızca biliyorum, o da Fransızca biliyor. Biz Fransızca konuştuk. Dedi ki: “Siz Almanya’ya gelip de Bizans sanatı okusanıza.” “Çok isterim ama bilmiyorum gidebilir miyim?” dedim. “Benim üniversiteme, Göttingen Üniversitesi’ne gelin.” dedi. Ondan sonra ben 1943 yılı Haziran’ında mezun olunca Almanya’ya gitmeye karar verdim. O zamanlar çok zor pasaport alınıyor. Harbin en hararetli zamanı. Almanya dört cephede savaşıyor. Şehirler bombalanıyor. O şartlar içinde Ankara’da epey bir uğraştıktan sonra pasaport alabildim. İşte gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra ben Almanya’ya müteveccihen Sirkeci Garı’ndan trene binip yola çıktım. Berlin’e gittim. Fakat o zaman Berlin hemen hemen
her gece bombalanıyor. Orada rahat etmek, üniversiteye gitmek hiç mümkün değil. Almancam da yok. Biraz İngilizcem, bir de Fransızcam var. Lisedeyken ikinci dilim İngilizce idi Almanca değil. Almanca öğrenmem şart. Berlin’in 80 kilometre kadar uzağında ufak bir kasabada bir tanıdık vasıtasıyla bir ailenin yanında bir oda tuttuk. “Burası sakin, herhalde bombalanmaz.” deyip oraya gittim. “Ben burada rahatça çalışır, bir yandan da Almanca öğrenirim.” dedim. O kasabada oturduğum evin biraz ötesinde bir evde tek başına oturan emekli bir yaşlı Alman hanım öğretmenle tanıştık. Bana o her gün saat üçten altıya kadar üç saat Almanca dersi veriyordu. Gidiyordum, onun evinde Almanca öğreniyordum. Böylelikle biraz Almancayı söker bir duruma geldim. Fakat tabii savaş devam ediyor, biraz Almancayı söktükten sonra Mart 1944’te bir durum oldu. Güneşli güzel bir gün Berlin’e gitmiştim, biraz dolaşayım diye. Hava hücumu oldu gene Berlin üzerine ve bu sırada benim de içime bir şüphe düştü. “Ben,” dedim, “eve döneyim.” Eve de kolay gidilmiyordu. Berlin metrosu bir yere kadar gidiyor, orada iniyorsunuz, indiğiniz yerde ayrıca yerel trenler var, benim oturduğum kasabaya ancak onunla gitmek mümkündü. Ben yerel treni beklerken baktım az ileride bir adam heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor, benim kasabanın adı da geçti bir ara. Ondan sonra “Bombalandı,” diyor, “şurası yıkıldı, burası yıkıldı, falan yer hâlâ yanıyor.” “Eyvahlar olsun!” dedim, “Bizim ev ne oldu acaba?” Ondan sonra, tren geldi yola çıktık. Bizim kasabaya gelinceye kadar hava karardı zaten. Mart ayında kışın ortasındayız. Tabii yol da epey bir maceralı geçti, istasyondan eve kadar her yerde koca koca bomba çukurları açılmış. Çünkü Kuzey Almanya kumluk olduğu için bir bomba düştüğü zaman toprak oyuluyor, 10-15 metre çapında huni şeklinde koca bir çukur açılıyor ve o toprak havalandığı için olduğu gibi binaların içlerine doluyor. Kasabaya gidince gördüm ki benim ev duruyor fakat bitişiği gitmiş. Zaten bunlar ikiz evmiş. Bizde de yapılır Anadolu’da; iki kardeş ikiz ev yaparlar, onun gibi. Dediğim gibi bitişikteki ev gitmiş, sekiz kişi de altında kalmış onun. Enkazın altında kimse var mı diye kazma kürek gece karanlığında karpit lambalarıyla aydınlatma yapıp arama yapıyorlardı, ayaz da başladı tabii, kış ayazı. Bizim ev üçüncü kattaydı. Benim bütün camlar tuzla buz olmuş, hiç cam kalmamış. Camlar ufacık ufacık iğne gibi karyolanın demirine saplanmış bombanın tazyikiyle. Bizim odanın zemininde aşağı yukarı 10 santim kalınlığında, cam kırıklarıyla karışık bir kum tabakası var ve kış ayazında o geceyi öyle geçirdik. Ertesi gün iş başa düştü, molozları temizledik. Muşambalarla pencereleri kapatmaya çalıştık biraz ısınalım diye. Fakat adamlarda organizasyon var tabii, hemen bir ilan: “Yalnız dış camlarınızın çerçevelerini çıkarın, kırık camları, macunları vs. temizleyip falan yere getirin, camlarınızı taktırın.” diye. Götürdük oraya verdik camlar takıldı, pencereleri yerine ikinci-üçüncü gün taktık. Ondan sonra su kesilmişti, birkaç gün sokakta geçici bir musluk yaptılar; gidip oradan su doldurup getiriyorduk. Sonra su da verildi ama tabii genç bir erkek olarak bir zorlukla karşılaştım. Pek genç kalmamış, herkes cephede asker. O musluğun başına gidiyorsun suyumu dolduracağım diye, ihtiyar bir kadın gelmiş su doldurmaya, ona yardım ediyorsun. Arkasından bir kadın daha geliyor hadi ona da yardım ediyorsun derken bir türlü kendi suyunu doldurup da eve çıkaramıyorsun. Neyse o şekilde tekrar evi düzene soktuk. Daire kapısı tamamen geçme bir kapıymış. Bombanın tazyikinden o kapı bütün geçmelerinden ayrılmış. Bilmece yapar gibi ben elime çekici aldım, onları tekrar monte ettim, kapıyı yaptım fakat en sonuncu parçayı bir türlü oturtamadım yerine. Ondan sonra onu da kestim, (?)lamasını soktum, ince bir çiviyle çiviledim. Böylelikle kapı da yerine gelmiş oldu. Böylece inşaatçılık da yapmış oldum. Velhasıl o badireden sonra biraz Almanya’yı dolaşayım dedim. Eşyamın büyük bir kısmını evde bıraktım zira iyi bir aileydi. Hep beraber yemek yiyor, oturup kalkıyorduk. Türkiye’den de bana her ay bir beş kiloluk yiyecek sandığı geliyordu. Onu ben mutfağa koyuyordum, yani bu benim malım diye ayırmıyordum. Benim bir avantajım da vardı, sigara içmediğim halde erkek olduğum için benim günde üç sigaralık karnem vardı. O sigaralar muazzam iş görüyordu. O ev sahibesi kadın o sigaralarla gidip civardaki çiftliklerden, köylerden yumurta, tavuk gibi şeyler alıyordu. Onları hep beraber oturup yiyorduk. Tabii Türkiye’den de götürmüş olduğum sigaralar vardı. Almanya’da çok kıt olan bir şey o sırada. Velhasıl bir turne yaptım, dolaştım. Schneider’in üniversitesine, Göttingen’e gittim. Orada bir kiralık oda bulmak mümkün değildi. Bir hafta kaldım orada, oda bulamadım. Hatta Schneider beni orada Müller adında yaşlı bir profesöre tavsiye etmişti. O da çok uğraştı fakat bulamadı. Ondan sonra Baltık kıyısındaki bir üniversiteye gittim, Rostock Üniversitesi’ne, orada benim işime yarayan ders yoktu. Böyle epey bir dolaştım Almanya’da. Tabii gittiğim yerlerde barınacak bir yer yok. Bir el çantasıyla dolaşıyordum zaten, istasyon binasının bir köşesinde çantayı yastık yapıyordum, koyuyordum duvarın dibine, üzerime de paltoyu çekip uyuyordum. Yaş da 20 olunca insan her şeye katlanıyor tabii, alışıyor yani. Pek bir şey umursadığımız yoktu. (…)
İnsan alışıyor bombalara. Korktuğumuz yoktu yani. İlk gittiğim günlerdeydi; ilk defa “Berlin’e gece hava hücumu!” dediler. Arazi düz olduğu için benim oturduğum 80 kilometre ötedeki kasabanın arka pencerelerinden Berlin üzerindeki ateşi görmek mümkündü. Ondan sonra uçaksavarların ateşini, projektörleri, bunları hep takip edebiliyorduk. Bir eğlence gibi, şenlikleri seyreder gibi biz onu seyrediyorduk. Yani içimize bir korku gelmiyordu. Ancak evin yarısı gittikten sonra sığınaklara gitmeye başladık. Herşeyimiz yatağın yanında hazır dururdu. Lüzumlu kışlık bazı süveterler, pasaport ve gerekli evrakım vs. bir el çantasının içindeydi her şey. Düdükler ötmeye başlayınca hemen fırlar giyinirdik. En sıcak tutacak nelerimiz varsa üstümüze giyerdik. Üstümüzde bulunsun çünkü gelip de bunları bulamamak da var; ev yanarsa hiçbir şey yok. O çantayı da kaptığımız gibi en yakın sığınağa giderdik. Oturduğumuz kasabada sığınak diye yapılmış bazı yerler vardı. Onlar da pek güvenilir yerler değildi. Sonra yeni bir sığınak dediler, meğer orada bir Yahudi mezarlığı varmış, tabii Yahudi mezarlığı kalmamış artık. O mezarlığın altını oymuşlar, iki tarafından koridor halinde bir sığınak yapmışlar oraya. Karşılıklı iki tane oturma yeri kerestelerden yapılmış, ışık yok. Sığınağa girenler içerde karşılıklı oturuyorlar. Bekliyorsun artık bir saat, bir buçuk saat. Zaten oraya gelinceye kadar çukurlar içine girip çıktığından kış şartları altında ayaklar da ıslanmış oluyor. Dışarıda da ayaz sıfırın altında bilmem kaç derece. Göl var mesela, göl donmuş durumda, fotoğrafım var benim o donmuş gölün üstünde. Neyse, alıştım ben böyle şeylere, fazla umursadığım yok. Ancak Göttingen’den de ümidi kesmiştim. Bir de şu var mesela, batıda Heidelberg, Born, Frankfurt gibi üniversiteler var fakat oraların üzerinden geceleri devamlı uçaklar geçtiği için gece rahat uyuma imkânı yok. Onun için mümkün mertebe daha az tehlikesi olan yerleri seçmek zorunda insan. Onun üzerine döne dolaşa işte o turne sonunda, o zaman Alman toprağı sayılan Avusturya’ya, Viyana’ya kadar gittim. Viyana’da benim işime uygun olan dersler var, gerek Türk İslam sanatı, gerek Bizans sanatı hocaları var. Büyük bir üniversite, dünyanın en büyük üniversitelerinden biridir Viyana Üniversitesi. Orada, İstanbul’dan bir tanıdığımın ilgisi vardı. Daha doğrusu kızları bir Avusturyalı ile evlenmişti, o adamın evine gittim. Orada bir oda buldum nihayet. Oraya yerleştikten sonra doğruca eski kasabama gittim, orada kalan eşyamdan
birazını aldım getirdim, geri kalanını orada bıraktım ve kaydımı Viyana Üniversitesi’ne yaptırarak yaz sömestrini orada okudum. Ağustos’a doğru yaz tatili başlayacaktı. Dedim “Tekrar ben eski kasabama döneyim, eşyamın lüzumlu olanlarını gene bu evde muhafaza altına alıp Türkiye’ye gideyim bir aylık tatilimde. Böylece hem karnımı doyururum hem denize girerim.” 1 Ağustos günü müydü yahut bir gün önce miydi iyi hatırlayamıyorum, o eski kasabama geldim. Ondan sonra “Türkiye Almanlarla siyasi münasebetleri kesmiş.” diye bir haber geldi. O sıralarda zaten bizim büyükelçimiz bombalanmaktan korktuğu için Almanya’da değil devamlı Ankara’da oturuyordu, gitmiyordu Almanya’ya. Topu topu bütün Almanya’da üç tane konsolosluk vardı. Konsolosluktan bir tanesi Berlin, bir tanesi Hamburg bir tanesi de zannediyorum Çekoslovakya’da, Prag’da. Onlar da derhal kapatıldı, onun üzerine Türk talebelerinin hepsi kaldı orada. Yalnız, Almanlar bazı hoşlanmadıkları öğrencileri veyahut bazı Türk tebaası kişileri bir trene koyup yollamışlar İstanbul’a. Talebeyim diyen ancak daha çok birtakım karanlık işlere girişenler vardı, onların hepsini polis tespit ederek trene koyup yollamış. Bize ilişmediler fakat şöyle bir durum hâsıl oldu: Onların Maarif Vekâleti bir tamim yayınladı o günlerde. Alman üniversitelerinde kimler okuyabilir, kimlere okuma izni verilir? Bî-taraf devletten olanlar, bî-taraf devlet de ya yok ya çok az… Harbe hiç bulaşmamış olanlar, Alman müttefiki olan devlet mensupları, harpte yaralı olup da nekahet durumunda olan gençler vs, böyle bir liste… Bizim devletin durumu bunlardan hiçbirisine girmiyor. Biz resmen Almanlara sırt çevirmiş durumdayız. Benim durumum muğlak. Türkiye’ye de dönemiyorum. Çünkü 24 Ağustos günü Sovyet orduları Romanya’ya girdiler ve arkasından Bulgaristan’a girdiler. Yani Türkiye’yle Almanya’nın bağlantısı kesildi. Bunun üzerine bir dilekçe yazıp doğrudan doğruya Maarif Vekâleti’ne götürüp vermeye karar verdim. Yine bir Alman dostun yardımıyla yazdık o dilekçeyi, zarfladık. Berlin’e gittim, aradım buldum bakanlığı fakat bakanlık dört duvardan ibaret. Pencereler boş, ne çatısı var ne katları… Kaç bomba yemiş ki bina yok ortada. Ben bunun neresine vereceğim dilekçemi! “Sen ‘Bakanlığa’ diye yaz bunun üzerine, ondan sonra pullayıp posta kutusuna at, o yerini bulur.” dediler. Yani düşünün organizasyonun ne kadar dehşetli bir şey olduğunu. Onbeş gün sonra cevap geldi ev adresime: “Berlin Üniversitesi’nde falan dalda tahsilinize devam etmeniz uygun görülmüştür. Durum rektörlüğe bildirilmiştir.” Ben bunu televizyonda da söyledim: “O kan ve ateş içinde, o karmaşa içinde olan memlekette organizasyon böyleyken Türkiye Cumhuriyeti’nde geçen sene, sahip olmadığım bir arabanın plakasıyla dört tane trafik cezası geldi bana. Hiçbir zaman öyle bir arabam olmadı, öyle bir plakaya da hiçbir zaman sahip olmadım ben. Buyurun aradaki farkı!” dedim. Evet, onun üzerine ben Berlin Üniversitesi’ne iyi-kötü devam ettim. Yine oturduğum eski eve yerleştim. Trenle gidiyorduk her sabah Berlin’e, İzmit-İstanbul arası gibi aşağı yukarı 80 kilometreydi mesafe.
Sanat tarihinde tek [öğrenci] bendim. Tabii benden yaşlı kişiler vardı orada, onların bir kısmı zaten bitirmişti, hemen hemen çoğu mühendisti. Türkiye’ye döndükleri takdirde hemen askere alınacakları için biraz ağırdan alıyorlardı. Çoğu döndüklerinde Teknik Üniversitesi’ne profesör oldular.
(…)
1948 yılında mezun oldum. Babam da artık o sırada 65 yaşını doldurduğundan o sene o aylarda emekli oldu ikinci defa olarak. Ben artık babamdan harçlık istemeye utanıyorum. Okul da bitmiş. Müzelere müracaat etmeye karar verdim. İlk aklıma gelen Arkeoloji Müzesi oldu. Arkeoloji Müzesi’nde rahmetli Aziz Ogan müdürdü o zaman. Kendisine eğitim durumumu anlattım ve müzede çalışmak istediğimi söyledim. “Kardeşim bizde de kadro yok ama Topkapı Sarayı’nda belki mümkün olabilir, onların imkânları daha zengin.” dedi. Döndüm geldim, dedim öğrenci kalemine gireyim de bir mezuniyet kâğıdı alayım. Diplomalar hazır olmadığı için “Şu dalları okuyarak mezun olmuştur.” diye imzalı, mühürlü bir kâğıt veriyorlar. O kâğıdı almak niyetiyle yine Muzaffer Bey’in bürosuna gittim, koridorda kâğıdın hazırlanmasını bekliyordum. O sırada Felsefe Bölümü’nde profesör olan Macit Gökberk’le karşılaştık. O da benim imtihanımda tesadüfen misafir olarak bulunmuş, sözlü imtihanıma şahit olmuştu. “Hayrola siz ne yapıyorsunuz burada?” dedi. “Mezun olduk da mezuniyet kâğıdı bekliyorum.” dedim. “Nereye gireceksin mezuniyet kâğıdıyla?” diye sorunca “Bakalım,” dedim, “Müzelere uğraşıyorum. Bir müzeye girmeye çalışacağım.” “Hayır, efendim sizin işiniz yok müzelerde. Sizin yeriniz üniversite.” dedi ve ardından “Ben diğer hocalarınızla konuşurum, siz en iyisi üniversitede kalın.” diye ekledi. Benim mukadderatımı Macit Bey’in işte bu sözü bağladı. (…) Böylelikle ben üniversiteye kapılandım, yani 1948 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine asistan olarak girdim. Ondan sonra da Arif Bey’in kazılarıyla ilgili olarak doktora yaptım ve 1952 yılında doktoramı verdim.
[1] Aziz Doğanay, Şevket Kâmil Akar, “Semavi Eyice İle Türk Sanat Tarihi Üzerine”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt 7, sayı 14, 2009, s. 347-373.