Bekir Bülbül’ün yönetmenliğini yaptığı Bir Tutam Karanfil (2022), öldüğünde köklerinin bulunduğu ülkeye gömülmek isteyen bir kadının cenazesinin sürüklendiği meşakkatli yolculuğun hikâyesi. Film, mültecilerin can yakıcı dramı üzerinden gelişirken merkeze doğru ilerliyor, ölüm karşısında bütünüyle dünyevileşmiş insanın trajedisine evriliyor. Ölüm, filmde kadronun en başına yerleşen esas kahramanı. İçinde Suriyeli yaşlı bir kadını taşıyan tabutun ibretlik yolculuğu etrafında yer alan insanlar, ölüye elleriyle dokundukları, onu sırtladıkları, iple bağlayıp çözdükleri zamanlarda bile ölümün varlığını duyumsamıyorlar sanki.
Suriyeli Musa soğuk ve karlı yollarda karısının tabutunu taşırken Orta Anadolu insanının hesap sormak, kınamak ve zorluk çıkarmak yerine yardım etmek için elinden geleni yaptığını görürüz. Mülteci düşmanlığının oldukça yaygınlaştığı bir dönemde yönetmen kem söylem ve davranışları değil, insanın iyi özünü panzehir misâli nazara vermeyi tercih ediyor.
Musa’nın torunu Halime’nin, kardeşlerinin ve anne babasının ölümünü gördükten sonra bir daha konuşmayıp içindekileri resim yaparak dışa vurması, anlaşılır bir durum. Fakat film boyunca dedenin de neredeyse bir tek kelâm etmemesini anlamakta zorlanıyoruz. Ölüm gerçeği karşısında susan bir kahraman mı daha güçlü etkiler bırakır, yoksa yaşlı adamın terk edilen ve varılan iki ülke arasındaki hissiyatını ve içindeki çatışmaları dile getirmesi mi yaratılan atmosferi zenginleştirir acaba? Öte yandan ölüyü taşıyanların aksine birlikte yola çıkılan herkesin alabildiğine konuşması, filmin odağını ölümle irtibatlananlara kaydırıyor. Ölünün taşınmasına emek verenlerin, bu yakın temasa rağmen onunla hiçbir bağ kurmadan kıyasıya dünya işlerini konuşmaları oldukça metaforik. Ölümü algılamamak şöyle dursun, başkasının acısına bakmanın, ötekini görmenin imkânsızlaştığı dünyayı kanıksamamız başlı başına bir insanlık krizi. Tek kişi bile onların hikâyesini merak etmez, soru sormaz, acıyı paylaşmaz. Yardımlaşma eylemine tuhaf şekilde görmezden gelme, hatta yok sayma eşlik eder ki bu tutumun izlerini başka film ve edebi metinlerde de görebiliyoruz. Yardım geleneği, insanın aile terbiyesinden, toplum kodlarından gelen teknik bir görev gibidir; ana damar ise hiç ölmeyecekmiş gibi dünyeviliğin içinde yüzmektir. Ölüm evden eve bir zincir dizilimi içinde aramızda gezer, tıpkı bu tabut gibi somuttur sanki fakat görünmez.
Ölümü Kartal tipi aracına bağlayıp götüren, traktörüne bindiren adamlar, gündelik rutinlerini konuşurlar sadece: Muhtarın iş bilmezliği, kebabın sacda mı yoksa kiremitte mi daha kıvamında pişeceği, borcunu ödemeyen adamlar, bankanın vermediği krediler, yükselen faizler, “adam”lıktan nasibini almamış çıkarcılar… Öyle uzayıp gider dünya işleri, hayâl kırıklıkları… Anadolu insanının gündelik işlerle örülü küçük çıkarları kollayan yaşantısı açığa çıkar.
Menzil olan hududa her yolculukla biraz daha yaklaşan Musa ve torunu, gece inip de kalacak yer bulamayınca bir mağaraya sığınırlar. Buradaki çoklu anlamlar içeren sahneler dikkat çekici. Cesedin kokusunu alıp ulumaya başlayan kurt ve köpeklere karşı dede, nöbettedir. Halime çok üşüyünce ölü kefeniyle çıkarılır ve duvara yaslanır, küçük kız tabutta yatarak ısınır. Ölü ve diri karşılıklı oturduklarında aralarında sadece bir kefen vardır ki o an ölümün hayata ruh ikizi gibi teğellendiğini hissederiz.
Taşlı yollarda sürüklenirken kırılan tabutun onarılması için gidilen marangozhanede, genç zanaatkâr, ölüyü sağlam bir karton kutuya yerleştirir ve tanıdık bir araca teslim eder. Tam burada filmin ortasına ezber bozan bir kadın düşer: Havva Ana. Oldukça yaşlı bir kadın olmasına rağmen avucunun içi gibi bildiği yollarda emektar kamyoneti sürmekte, bir yerinden ses geldiğinde ve lastiği patladığında ne yapılacağını çok iyi bilmektedir. Havva tam bir kadın arabası oluşturmuş; içlerine aile resimleri yapıştırılan aracın torpido gözünden şeker ve bir kutu karanfil çıkar. Okuduğu kitabın içinde kurutulmuş lavanta vardır. Musa’nın diş ağrısı bütün acılarının temsili gibi; karanfil ise hepsini birden dindirmesi için belli ki. Musa bir kutu karanfili can yoldaşının güzel kokması ve acılarının son bulması için kartonun içine serpiştirir. Filmin en ince yerine ulaştığımız sahne burası… Bıçkın Anadolu kadını Havva, hayatın nerelerden yeşereceğine, ölümün nasıl dirime varacağına dair konuşmalar yapar. Anlarız ki kadınlarda dünyevileşmeyen bir yan hep kalmakta, dünyayı da bu manevi kaynak besleyip yaşatmakta. Yaşlı babasına bakan, ekmeğini taştan çıkaran, herkese verecek bir şeyi bulunan Havva, hayat saçan bir şifacı gibi. Bu karakterin oluşumunda senaryoyu birlikte yazan Büşra Bülbül’ün etkisi var belki de. Semih Kaplanoğlu’nun Süt filminde motosikletiyle süt dağıtan kadın akla geliyor. Halime’nin bir benzinlikte durduklarında tuvaletin aynasına bakarken beresini çıkarıp saçını açması ve çantasından çıkardığı tacı takarak kız olduğunu anımsadığı sahne ise Mecid Mecidi’nin Baran’ını hatırlatıyor. Orada da erkek çocuğu kıyafetiyle çalışan genç kız, gizlice saçını açıp taramaya başladığında başlar asıl hikâye. Velhasıl aynanın karşısında herkes çıplaktır; hiçbir gerçek kendini gizleyemez.
Son bindikleri kamyonun şoförü daha şehirli bir adamı temsil ediyor. Gece vakti dinlediği radyoda yaşamın bir anlamı olup olmadığı tartışılmakta, bir takım değerlere tutunarak varoluşu anlamlı kılma çabasından söz edilmekte. Bu melankolik yol boyunca ellerinde poşetle karanlıkta yürüyen kadın ve erkekler görürüz. Yollara dökülmüş çakıl taşları benzeri nesnelerle birlikte filme herkesin ne isterse anlayabileceği fantastik öğeler eklenir. Bana göre insanlar gece karanlığında ellerinde yazgı, teslimiyet ve mecburiyetlerini taşıyarak kendi yollarını kat etmekteler. Zorunlulukla rızanın birbirine karıştığı bu kıvam, iki evren arasında sıkışıp kaldığımız dünya hayatının ta kendisidir.
Gece karanlığında jandarma çevirdiği sırada ceset taşımakla suçlanan genç sürücü, dönüp Musa’ya bağırmaya başlar; çünkü benzinlikteki arkadaşları kutunun içinde ne olduğunu söylemeden yüklemişler ve merhametten maraz doğmuştur. Sonunda trajedi tamamlanır ve yetkililer bir cesedi izinsiz, belgesiz, iptidai koşullarda kilometrelerce taşıyan adama acıyıp kadını dağ başında bir mezarlığa defnederler. Hududa ulaşan yolculardan Musa, tel örgüleri geçip köklerine, anılarına koşar. Fakat Halime gönülsüzdür, büyüdüğü yerde kök salmak istediğini ima eden bir tereddüt içindedir. Bu, Türkiye’deki mültecilerin geleceği ve akıbeti hakkında kafa yoranlar için ince bir ifşa aslında.
Film; çağrışımlar, semboller ve metaforlar zinciri şeklinde bir akış içinde. Kuzuların masumiyeti, bir tepeden sıralı biçimde geçişleri insanın bu dünyadan geçişidir. Sıranın en önünde giden tabutun birazdan gözden kaybolacak olması, yaşamın bir görünüp bir kaybolmasıyla ilgili. Sinema açısından görüntü ve sanat yönetmeninin de filmin sahibi olan yönetmenin hemen arkasından ne kadar önemli bir konuma sahip olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz. Yönetmenle birlikte görüntü yönetmeni Barış Aygen’i de kutlamak gerekir.
Başka semboller de var: Yolda kaldıklarında karşılarına çıkan çobanın dilsizliği, elindeki ekmeği ve suyu paylaşmasının en somut insani dil oluşu… Gözü gibi baktığı, her kötülükten koruduğu koyunların satılacak, kesilecek ve ölecek olmasının getirdiği amansız çelişki karşısında belki de dilsizleşmek en iyisidir. Bağlı olduğu yerde sükûnetle bekleyen eşek de teslimiyet duygusunu destekler, pekiştirir. Ölümün kol gezdiği dünyada en çok dilsizler yaklaşır ölüme. Çoban işaret diliyle konuşurken ölümün de bu dili kullandığını fark ederiz.
Halime’nin elindeki tahta at da kültürümüzde tabuta gönderme yapan bir telmih. İnsanlar bu fani dünyadan bir tahta ata (tabuta) binerek gözden kaybolurlar. Küçük kız elinde bütün ailesinin binip gittiği atı tutarak bir nebze de olsa kaybolmalarının önüne geçer. Yol boyunca çok işaretler vermiştir anlayana. Ölümün tedrisinden geçmek için onun işaret dilini öğrenmek elzem.
Yıldız Ramazanoğlu