Hayat, her zaman “umduklarımız” ve “bulduklarımız” hanelerinde adil bir dağılım sunmaz bize. Beklenti açığı, içinde bulunduğumuz gerçeklikle arzu ettiklerimiz arasındaki farklardan doğan bir kavram. Bu iki kutup arasında hayatı idame ettirebilmek için; zihnimizin sınırlılıkları kavrayarak bizi yönlendirmesine ihtiyaç duyarız. Üstelik bunları kavramakla yetinmez, bu sınırlara boyun eğeriz. Böylelikle zamandan ve enerjiden tasarruf ederiz; ancak katıksız itaat bizi geliştirmez. İçimizdeki tohum çatlayıp büyüdükçe düşlerimiz, arzularımız, beklentilerimiz bu sınırlara başkaldırır. Beklenti açığı tam da burada acı veren hislerle kol kola girer. [1] Zihin matematiği ve istatistiği ortaya döktükçe diğer parçalarımız “imkânsıza” ulaşmanın yollarını arar. “Zirvesine göz diktiğimiz dağlar” ile “takılı kaldığımız çitler” arasında can havliyle açığı kapatmaya yöneliriz. Yaptıklarımız, beklentilerimizi karşılarsa bu duygular kısa süreliğine yatışır. Attığımız adımlar gerçekliğin uçsuz bucaksız arazisinde kaldığındaysa işler karışır. İtiraf etmek gerekirse bu hepimiz için çetin bir mücadeledir.
Beklenti açığının ürkütücü tabloları çağrıştırdığı gerçeği, malûmun ilamı olsa da, her zaman böyle sonuçlandığı görülmemiştir. Sınırlılığın öteki yüzünde tekâmül ve yenilik süreci vardır. İnsanların uçabilmesinin, uzaktakiyle birbirini görerek konuşabilmesinin imkânsız addedildiği zamanlarda, masallarda uçan halılara bindik, sihirli lambalardan dilekler diledik. Masal formunda sınırları esnetmeye başlamış, açığı kapatmaya uğraşmıştık. Bugün uçabiliyor, konuşan aynalar (telefonlar/tabletler) aracılığıyla “uzağı yakın” yapabiliyoruz. Gerçekle kurmacanın, sınırlarla sonsuzluğun iç içe bulunduğu geçitlere izin verebilmek kadim bir beceri aslında. Bu beceriyi geliştirmenin belirli koşulları var. Kendimize yeni bir alan açabildiğimiz, tutarsızlığın içerisinde kalma toleransı gösterebildiğimiz ölçüde daha fazlası için ısrarcı olabiliyoruz. Hâsılı, gerçekliğin ve hayâlin arasındaki sınırları saydamlaştırabiliyoruz. Peki, bunu nasıl yapabiliyoruz?
Zihnimize; pirelerin berber, develerin tellâl olduğu; yani olmazların kıyıda kaldığını fısıldayıp yeni bir kıyafet biçiyoruz. Yaratıcılığa gebe bir tekinsizliğin içerisinde kalabilmesi için bir “yalan”a inandırıyoruz zihnimizi; belki en çok da kalbimizi. Birleştiği dikteler, listeler, ispatlardan ayırıp “yaşantı”ya çekiyoruz. Hayâl ile gerçeğin birbiriyle dans etmesine müsaade edecek en güçlü imkânlar bu yüzden sanatta saklı. Alıştığımız dünyadaki nesnelerin pek çoğu mevcut ama yasaklar ve olmazlar kapı dışı. Bir süreliğine de olsa bilinenlerden ayrıştırıp, ihtimallerin sonsuz dünyasını seyrettirmeye başlıyoruz. Sadece sanat icrasından değil, sanatın doğasından, yöntemlerinden bahsediyorum aslında. Metaforların kullanıldığı kurmacadan, bir film karesinden, masallardan… Mevlâna şöyle ifade ediyor: “Hani çocuklar masal söylerler ya.. Fakat masallarda nice sırlar, nice öğütler vardır. Görünüşte saçma şeyler söylerler, ama sen onları masal sanma sakın. Bütün viranelerde define aramaya koyul!” [2] Hayâl ve gerçeği unutturan bu yolculuk; içimizi öyle bir yerden yakalar ki halının uçmasına, aynaların konuşmasına bedenimiz “gerçek” tepkiler vermeye başlar. Gözler dolar, kalbimiz hızla çarpar, birden heyecanlanırız. Beklenti açığını mayalayabilmek için duyguların dönüşümüne, zihnin işbirliğine giden en kestirme yol buradan geçer.
*
Yücel Feyzioğlu’nun Asena adlı kitabında yer alan bir hikâye, insan zihninin bu mekanizmasını somutlaştırmak için güzel bir imkân sunuyor. Hikâyeye göre kır saçlı, nur yüzlü bir adamın iki evladı öksüz kalır. Adam, evlatlarını elinden geldiği ölçüde el bebek gül bebek büyütür. Gel zaman git zaman, iyice yaşlanır. Büyük oğlunu yanına çağırarak ona delik bir kova uzatır, çeşmeden su doldurup getirmesini söyler. “Sihirli fidanı sulayabilmek için suya ihtiyacımız var.” der. Zihin, delik bir kova ile suyu dökmeden gelebilme ihtimâlini hesaplayıp bunun imkânsız olduğunu söyleyerek geri çekilecektir. Biz dönelim büyük oğlana… O da zihninin sesini dinlemiş ki sepetin suyu almadığını görüp kolunda delik kovasıyla omuzlarını eğerek geri döner. Üstüne üstlük, boşu boşuna gittiğini düşünerek söylenir. Sonuçta sihirli fidan sulanamamış kalır. [3]
Büyük kardeş, bir problem karşısında (delik kovayla suyun dolmayacağı kabulüyle) ezbere davranan ve geri çekilen parçamızın bir temsili olarak okunabilir. Hayatta kim bilir kaç kez metaforik açıdan elimize delik kovaların tutuşturulduğuna inanmış ve başladığımız yere elimiz boş dönmüşüzdür. Beklenti açığının o keskin acısı bize tanıdık gelir. Sonuç “başarısızlıkla” sonuçlanırsa şikâyet etmeye meylederiz. İşin ilginci biz şikâyet edip dururken suya olan ihtiyacımız bir kenarda karşılanmayı bekler. Delik kovalar yok olmaz, başarısız tecrübelerimiz buharlaşmaz. Sadece dikkatimiz şikâyetlerimizde yoğunlaştığından bir süre beklenti açığını görmezden gelmemizi sağlar. Uzun vadede bizim için bir faydası olmaz.
Biz hikâyeye dönelim. Hikâye şöyle devam ediyor: Yaşlı adam küçük oğlunu çağırır bu kez. Büyük oğlana söylediğinin aynılarını tekrar eder. Delik kovayı uzatır ve suyu dökmemesi için onu da uyarır. Suyla sihirli fidanı sulaması gerektiğini de söyler. Küçük oğlan, sepeti alır, deliği görür, dibine bir kilim parçası yerleştirir. Çeşme başına gidince kardeşindeki gibi suyun sepetten sızdığını görür. Aklına biraz da deliği samanla tıkamak gelir; çamurla birlikte delikleri kapatır. Sepet, suyu içinde tuttuğu için bir kova suyla birlikte eve döner. Fidan sulanmış olur.
Küçük kardeş; problemlerin karşısında inisiyatif kullanan, yardım alan, yeni bir yol deneyen tarafımızın temsili. Yine kendi hayatlarımızda sihirli bir fidanı sulamak uğruna ortaya koyduğumuz mücadeleyi hatırlayalım. Başarısız olma ihtimâline yer açarak denemeye cesaret ettiğimiz o parıltılı anlar gelsin gözlerimizin önüne. Suyu sepette durdurmak için neler yapabileceğimize odaklandığımız, bir taraftan da başarmakla ilgili kaygı duyduğunuz süreçlere aşinayız… Sonuçtan bağımsız olarak, denemenin ve keşfetmenin öğreticiliği de yanımıza kâr kalır. Bunun için zihni, alışılmışın dışına çağırmamız gerekir.
Öykünün devamında adam, evlatlarına dönerek vasiyetini söyler: “Aklınızı kullanmakta mahir olun. Sebep kılsanız (kafa yorsanız) sepette su durur.” Bu cümle, o zamanlardan bugünlere deyim olarak gelir. Suyun sepette durmasını sağlayan neydi? İmkânsız gözüken bir olay karşısında (suyun sepette durması) hüküm verip kalem kırmadan önce sınırları zorlama cesareti göstermekti diyebiliriz. Delinen kovaların yanı sıra samanların ve çamurun da hayatta mevcut olduğunu hatırlamaktı belki. Peki, kaybetmek bu işin neresinde? Beklenti açığı ile yoğrulmak sadece zafer için mi gerekir?
Hikâye bizi alışılanların ötesine çağırmaya devam ediyor. Büyük oğlan babasına itiraz eder: “Haklısın ata. Ben senin ilk çocuğunum, unutma. Beni hep kolladın, yapabileceğim işlere bile kendin gittin. Aşını pişir söyle. Sözünü düşün söyle.” Baba gülümser, sözlerden payına düşeni aldığını söyler: “Benim sözlerim senin işine yarasın, seninki de benim.” İşte tam burası beklenti açığı karşısında ezilmekten korkup denemeye fırsat vermediğimiz kendimize bir ikaz. Mağlubiyet, suyun sepette durmaması değil, sınırlılıklar içerisinde kendimize deneme fırsatı vermemekten doğar. Süreğen bir şekilde fırsat vermediğimizde becerilerimiz körelir; zihnimiz başka ezberler edinir. Bu yüzden hayâlle gerçek arasındaki o esnek geçişlerin hayat pratiklerimize yerleşmesi gerekir. Gifted Hands (2009) filminde matematik dersinde başarısız olan çocuğa okuma yazma bilmeyen annesi hayâl gücünü kullanması gerektiğini salık verir; matematiği hayâl gücüyle çözmesi için değil, bir anlığına da olsa, zihninin içinden çıkıp hayata karışabilmesi için.
Bugün aşırı düşünme ve farkındalığın bağımlılık hâline gelmesinden endişe ediyoruz. Bir yandan da iç dünyamıza dair farkındalığımız katlanarak artıyor. Düşünerek problemleri çözebileceğimiz fikrinin kölesi olduk… Bazen düşünmenin de, farkında olmanın da sorumluluğu üzerine almakla ilgili adımları getirmediğini görüyoruz. İşte buraya bir şerh düşmek gerek; zira farkında olmak bir kaçış hâline de dönüşebilir. Sınırlılıklar karşısında yetersizliği, çaresizliği fark etmek esnek davranmayı beraberinde getirmiyorsa zihnin içerisinde gezinip duruyoruz demektir. Tam da böylesi zamanlarda masallara, hikâyelere, hayal gücümüzü çalıştıracak her şeye daha fazla ihtiyacımız var. Hayâl gücünü kullanacağımız alanlar elbette ki hayattaki dönüşümlere paralel olarak değişecek ama bu kadim beceriye olan ihtiyacımız azalmayacak. Rutinleşen, düşüncelerde sığlaşan hayatımız beklenti açığını daha da arttıracak.
Mevlâna, hikâye içinde hikâye anlatırken kendisine “Mesel nerede kaldı?” diye soranlara şöyle cevap verir: “Biz o hikâyeden ne zaman ayrıldık ki?” Bu da bizim hikâyemiz: Mekanikleşen bir hayatın içerisindeki binlerce uyaranın arasında, içindeki tohumu çatlatma cesareti gösterenlerin hikâyesi. Beklenti açığından değil, o geldiğinde mayalayamamaktan korkanların hikâyesi.
Ayşe Kübra Bilgin
[1] Beklenti açığı ile ilgili daha fazla bilgi için bkz. Russ Harris, Gerçeğin Tokadı, çev. Çağlar Şahiner, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2022, s. 16.
[2] Mevlâna, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: MEB, 1991, cilt III, s. 221.
[3] Bu yazıdaki hikâye için bkz: Yücel Feyzioğlu, Asena, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2022, s.79-83.