Cenin, Batı Şeria’nın en büyük şehri ve Nablus’a 43 km. uzakta. Erken Bronz Çağı’ndan beri yerleşim yeri olan kadim topraklarda… 1967’de İsrail tarafından işgâle uğradı, 1996 Oslo Barış Anlaşması’yla Filistin yönetimine tekrar iade edildi. Burası 1948’de evlerinden tehdit ve katliamlar yüzünden uzaklaştırılan Filistinliler için devasa bir mülteci kampına dönüşmüştü. İsrail’in baskı ve gözetimi nedeniyle direnişin de doğup geliştiği bir yer. İsrail oluşumu bir direnişle karşılaşınca insanların hak ve özgürlükleri hakkında görüşmeler yapmak, hakları teslim etmek yerine, o bölgeyi tümüyle yerle bir etmeyi gelenek hâline getirdi. Esir alınmış halkın neye ne kadar izin verilirse öyle yaşamasından başka bir seçeneği gündemine almak istemiyor.
O zamanlar 13.500 kişinin yaşadığı Cenin’e 2 Nisan 2002’de giren ordu, taş üstünde taş bırakmayarak çekildiğinde takvimler 18 Nisan’ı gösteriyordu. Direniş olmuş fakat hiçbir güçleri bulunmayan insanlar kısa sürede pes etmişlerdi. Çeşitli İsrail kaynaklarında megafonla Arapça “Evlerinizi terk edin!” diye anons yapıldığından, günah bizden gitmişti mealinde açıklamalar var. “Evlerinizi terk edin!” anonsu yapılınca ya da havadan bildiri notları atılınca bir şehri yerle bir etmek; kadınları, çocukları sokaklarda, hastanelerde hedef almak meşru mudur? Bunun için alkış mı bekleniyor dünya kamuoyundan? Bu anonslar zalim bir akılla sivilleri koruyup kollama olarak açıklanıyor.
Cenin, Cenin belgeselinin (2002) yönetmeni Muhammed Bakri, askerlerin çekilmesinden çok kısa bir süre sonra, 26 Nisan’da şehre/kampa girerek birçok insanla görüşmeyi ve gördüğü her şeyi çekmeyi başardı. Çekimler beş gün sürdü. Bu film için davalar açıldı, gösterimi engellendi fakat gösterim yasakları, sinemalara saldırılar dünyanın izlemesini engelleyemedi. Arap dünyasında Lübnan’daki bir televizyon dışında hiçbir merci, filmi satın almadı. Uluslararası kurumlarda ölen insanların sayısı sürekli tartışıldı; oysa filmde kampın yıkılışı çok açık biçimde görülüyor. Gerçekleşen yıkım, bir halkın topyekûn cezalandırılmasının kanıtı. Birleşmiş Milletler, Human Rights Watch gibi nice kurumlar, sadece saldırılarda kaç kişinin öldüğüne odaklanmıştı. Oysa temel soru şudur: İnsanlar neden yüzlerce yıldır yaşadıkları yerde, evlerinde değiller de mülteci kampındalar? Doğal bir afet mi oldu, yaşadıkları şehirleri tsunami alıp götürdü mü, sel ya da başka bir doğa olayı mı onları evlerinden çıkarıp buralara attı? Yoksa bu bereketli topraklarda kıtlık çıktı da kavimler göçü mü yaşandı? İsrail tarafı her zamanki gibi saldırılarda sivil kayıpların en az olması için ellerinden geleni yaptıklarını söylediler. Sonuç: Ölenlerin çoğu, evlerinde yemek yapan kadınlar ve sokakta oynayan çocuklardı…
Bu işgal, Filistin’in bir türlü bitmeyen acısı, bölgenin iç kanaması, insanlığın küresel depresyonu. Sanata yansımayan, hikâyesi anlatılamayan hayatların yok sayıldığı bir çağda, Bakri’nin olanları sıcağı sıcağına kayıt altına alması, büyük bir cesaret olduğu kadar insanlık adına çok kıymetli bir belgeleme çabası aynı zamanda. İsrail ordusu 18 Nisan’da çekilince 26 Nisan’da bölgeye intikal edip beş gün boyunca çekimler için hızlıca çalışan Bakri, Filistinlilerin varoluşları ve başlarına gelenler hakkında delil toplamış adeta. Çalışmada konuşmaların yorumsuz olarak verilmesindeki yalınlık / sadelik çok etkileyici.
Perdeye ilk yansıyan kişi, dilsiz bir meczup. Eliyle ateş eder gibi yaparak bütün sokak aralarını dolaşıyor ve insanların nasıl vurulduğunu, evlerin nasıl kurşunlandığını gösteriyor. Sonra yıkıntıların arasında yakınlarını arayan yaşlı adam Saffur sözünü söylüyor, “Ne zaman ev yaptık, yıktılar; bir çocuk doğdu, öldürdüler; soruşturma komisyonu kurduk diyorlar ama ne gelen var ne giden…” “Dünya nerede? Araplara ne oldu?” diye sormuyor bile. Belli ki unutulmaya alışmış…
Yıllarca hapis yatıp çıktıktan sonra yaptığı ev yıkılan bir adam isyan ediyor: “Önce dedelerimiz kovuldu, sonra anne babalarımız evlerinden çıkarıldı. Şimdi benim evim yıkıldı. Öteye gitmemiz isteniyor fakat ötesi yok. Dedelerimiz, babalarımız nasıl eve dönemediyse, biz de dönemeyiz fikri son bulmalı. Bu sürgünün yönü eve, topraklarımıza doğru olmalı. Gidecek yer yok. Bu üçüncü – dördüncü yıkım. Nakba son bulsun.” Yıkıntıların önünde toz revan içinde olsa da sağlam kalmış, dimdik duran bir palmiye var. Bazı dalları kırılmış. Komşularına Fas’tan hediye getirilen çok nadide bir türmüş. Sokağın gözbebeği.
Gençlerin / çocukların hissiyatını özetleyen 13 yaşlarındaki kız çocuğu, film yayınlandığında bütün dünyada dikkat çekmişti. Gözlerinden aynı anda öfke, direnmek ve umudunu kaybetmek arasında gidip gelen nice duygular gelip geçiyor. Tutunacağı tek dal, bu kamptaki hayatı belli ki. “Yakınlarımızın cesetlerini arayanları keskin nişancılar öldürüyor. Savunma bakanının emriyle ayakta kalan binalar, içinde insanlar varken yıkılıyor. Fakat biz her şeyi yeniden yapacağız. Yine çocuklar doğacak evler yükselecek.”
Çocuklar bu yıkımı izleyerek, evlerinden atılarak büyüyorlar. Bir yandan çaresizlik, öte yandan daimi iyi niyet arasında gelgitlerle konuşan birçok insan, bir arada yaşama umudunu hâlâ kaybetmemişler ve bu kıyımı yapanların yüz yüze bakarken yaptıklarından büyük pişmanlık duyacaklarını düşünüyorlar.
Her türlü insanlık değerinin çöküşünün alâmetlerinden biri de yaşlı, hasta bir adama yapılanlar: “Geceydi, uyuyordum, sesleri duyup dışarı çıktım. ‘Yürü! Burayı terk et!’ dediler, bir iki metre yürüyebildim, yere düştüm. Keskin nişancı elimden vurdu, yerden kalkamayınca bu sefer de ayağımdan vurdular.” Adam Hayfa’daki evinden kovulunca Cenin’e göçmüş, “Vietnam bile böyle yıkılmamıştı.” diyor. Yoldan geçen orta yaşlı biri bıkkınlıkla azarlıyor: “Çekim yapmayı bırakın artık, kime göstereceksiniz? Kimse bakmıyor, görmüyor, duymuyor.” Başka bir kişi elinde şerbet sürahisi ve birkaç torba eşyayla yıkıntılar arasında yürüyüp gidiyor. Hergün mezarlığa gidip öldürülen arkadaşını ziyaret eden engelli bir çocuğu görüyoruz sonra. Ardından yıkıntılar arasından çıkıp Kudüs şarkısını söyleyerek geçip giden birkaç çocuk…
*
Belgesel için konuşanlardan birkaç örnek daha verelim.
Nabil Fayed: “On beş yıl altı ay on beş gün hapis yatıp çıkınca evlendim ve ev yaptım. Çocuklarım benim gibi işgalde doğmasınlar, bir evleri olsun istedim ama yıkıldı. Bize gelişmemiş, reaksiyoner, anti demokratik, aşağı insan diyorlar. Bizi yönetmek istiyorlar fakat hiç merhamet ve insanlık yok. Yeraltı sularımıza el koyup ne kadar isterlerse o kadar veriyorlar; hatta onların istediği kadar nefes alabiliriz. Umutlarımız yok edildi. Ne yapmamızı istiyorlar bilmiyoruz.”
Yaşlı kırgın bir adam: “Kırk yıllık emeğimi beş dakikada yıktılar. Üst kattaki güvercinleri yaktılar. Hayvan haklarını savunanlar! Biz önemli değilsek hayvanlar için ses verin. Arap hükümetlerinden ne beklenir; Bush’un çiçekleri! Anneleri Albright. Bizi teslim ediyorlar az bir pahaya. Buldozerler iki ev büyüklüğündeler ve büyük binaları bile dakikada yerle bir edebiliyorlar. Yapmayın desem de nafile, zırh içindeler, duyamazlar.”
Genç bir adam: “Açlığı ve sürekli gözaltını kabul etmediğimizden teröristiz. İnsan onuruna yakışmayan hayatı kabul edemeyiz. Bize hiçbir talebi olmayan hayvanlarmışız gibi davranmak istiyorlar; fakat onların bile talebi olur. Küçük bir araştırma yapılsa, tek bir araştırmacı gelse ne yaşadığımız anlaşılır.”
Deneyimli bir doktor, tanıdığı Kızılhaç görevlilerini, bazı İsrailli demokrat dostlarını aramış fakat telefon çekmemiş. Pencereden ölüleri, yaralıları, ters kelepçeyle yerlere yatırılan gençleri izlerken, hastane de kısmen yıkılmış. Hareket eden kediler dahil her şey vurulmuş. “12 yaşında silahsız küçük bir çocuk neden hedef alınıp vurulur?” diyor.
Belediyenin gece bekçisinin derdiyse başka: Üç kez evlenmiş ama çocuğu olmamış. Tedavi olup evlat sahibi olma umuduyla ömür boyu biriktirdiği parayı çalan bir asker, bunu birine söylerse dönüp onu öldüreceğini söylemiş. Orta yaşlı başka bir adam da gündelik hayatın yaşanmazlığına başka bir örnek veriyor: “1967 savaşında dokuz yaşındaydım. O günden beri tek güzel günüm yok. Şimdi kırk dört yaşındayım. Bir sürücü belgesi bile almama izin vermediler. Yapmak istediğim her şeye müdahale var. İşgal sadece burada askerlerin olması değil; baskı, ayrımcılık ve zulüm nefes aldırmıyor.”
Yukarıda sözünü ettiğim on üç yaşındaki kız şimdiden siyaset bilimci, sosyolog olmuş. “Ahlâki üstünlükleri hiç olmadı. Bu kadar sivili öldürdüğünüz için güçlü sayılmazsınız.” diyor. Yaşamı yerle bir ettiklerini söylüyor. Çocukların bu kadar erken yaşta yetişkine dönüşmesi, dışarıdan bakanlar tarafından çok övülse de, aslında son derece yaralayıcı. Meselâ yedi yaşlarında bir kız çocuk, bildiğimiz kızlardan çok farklı. “Bir milyon dinarın olsa ne yapardın?” sorusuna, “yaralılarımıza kan bulurdum, evi yıkılanların evini yapardım, evler yapılana kadar onlara karavan alırdım” diye cevap vermiş. Başka bir küçük kızın alegori kurma yeteneğine bakın: “Oğlunuzu alıp götürdüklerinde onu geri getirmek için mücadele edersiniz. Yurt ve vatan da böyle bir oğuldur; bunun için mücadele edilmesi gerekir.” “Kartallar gibi onurluyuz.” derken duyguları bir uçtan bir uca savrulmakta.
Genç bir adam: “Yıkılan evler yapılır, dullar evlenir, yine bebekler doğar; fakat bu insanlar yaptıkları bu kadar kötülükten sonra bizim yüzümüze nasıl bakacaklar, nasıl tekrar komşu olacağız ve bir arada yaşayacağız? Oysa biz istekliydik, elimizden geleni yapıyorduk, çocuklarımı barış için yetiştiriyordum. Yaptıklarının bilincinde değiller. Kalbimizden bu acıları nasıl silecekler. Bütün bir hayatımızın başarısı olan evlerimiz ve çocuklarımız bir anda yok oldu. Herkes bunu yaşıyor.”
“Dünya sistemi için bir Yahudi ölse bütün şehrin yıkılması çok makûl; kendini savunma hakkı. Fakat bin Filistinli ölse sadece hiç. Taş atan çocuklar iyi bahane; evler sokaklar şehirler yerle bir edildi. Garip bir ahlâkları var, davranışlarında merhametin hiçbir izi yok.” diyor bir başkası. Filistinlilerin çoğu için iki devlet, iki toplum en iyi çözüm. “Biz barış içinde yaşamak istiyoruz.” diyorlar. Bir adamın yıkılmış evinin yerdeki kapısını son kez kilitleyip anahtarını cebine koyması en manidar sahnelerden. Hâlâ bir Filistin varsa bu anahtarlar, belgeler, belgeseller, şiirler ve sanatçılar sayesinde.
Görüşü alınanlardan birine göre onları yıkımlardan, şehitlerden daha çok yaralayan hâl, annesini arayan, ağlayan çocuklar. “Onlara bunu veremeyiz, bu imkânsız.” derken gözleri dolu: “Bizi hiç kimse savunmadı; en azından Arap ülkeleri büyükelçilerini çekerler diye düşündük ama aldırmadılar bile.”
Sonunda sağ olanların toplandığı şehir merkezinde, çarşıdayız. Yüzü gülmeyen gençler toplanmış; neyse ki onları güldüren bir adam çıkıp geliyor. Eline mikrofon ya da ahize yerine bir terlik almış, kılını kıpırdatmayan dünyaya sesleniyor :“Hiç değilse yiyecek ve su getirirsiniz dedik ama o da olmadı. Her cuma vakti bekliyoruz. Ama biliyoruz ki cumalar, cumartesiler ve diğer günler sadece hayal kırıklığı. ‘Ne olduğunu anlamadık.’ diyorsunuz. Gelip göremiyor musunuz? Buraya gelebilmeniz için uçağınız yoksa size ikinci el bir uçak yollayalım, olmazsa bir eşek de işinizi görür. Arafat bir şey demez, o Ramallah’ta. Biz buradan yollarız. Korkmayın, Arap ülkeleri burayı gezip görmenize kızmazlar.”
Kadim bir halkın varlığını yok sayarak, hatta işgâl edilen yerin “no man’s land” olduğunu iddia ederek o topraklara cebren kanla ve gözyaşıyla başka bir halkı yerleştirmeye çalışmak, emperyal ve kıyıcı ülkelerin ortak kararı sayılır. Soykırıma uğramış Yahudi halkına ileri karakol olarak Batı’nın çıkarlarını kollama görevi uygun görüldü. Onlar da cellâdına âşık gibi başka bir halka biteviye soykırım uyguluyor. Bu kanlı yerleşimin normal ve meşru görülmesi, dünyanın ulaştığı bütün ortak insani değerlere kastediyor. Artık uluslararası hukukun hükmü kalmadı. Bu kaosun yol açabileceği felâketin boyutları ise kibir abidesi yönetimlerin umrunda bile değil.
Not: Filmin yapımcısı Iyad Samoudi, çekimler biter bitmez İsrail ordusu tarafından öldürüldü. Muhammed Bakri filmini ona ithaf etti.
Yıldız Ramazanoğlu
*Kapak Fotoğrafı: www.islamicarchitecturalheritage.com