“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” der Ludwig Wittgenstein. Kişi, dilinin sınırlarını yazmak edimiyle birlikte keşfediyor çoğu zaman. İnsanın konuşarak o dilin sınırlarının farkına varması daha güç olanı; düşünmekle konuşmak arasındaki eş zamanlılık hesaba katılacak olunursa. Düşündüğünü doğru bir şekilde yazıya dökebilmenin zorluğu ise yadsınamaz; ancak kontrollü ilerleyebilmeye olanak sağlaması da bir avantaj, yine o eş zamanlı eyleme kıyasla. Günümüzde artık mektup yazmak, not almak, düşünceleri elle yazıya dökmek neredeyse artık hiç kalmayan alışkanlıklardan. Dolayısıyla söz de, onu daha fazla insana iletebilmemize yardımcı olan yazı da mekanik bir hâle bürünmüş; el yazısı denen karakteristik ifade şekli, neredeyse artık tamamen rafa kalkmış durumda. Onun yerine mail yazmak, telefonun notlar kısmını kullanmak, işini, akışını temiz bir Word sayfası açarak ifadelendirmek daha konforlu bir alana işaret etmekte. Bu mekanikleşme hâlini en güzel şekilde betimleyenlerden biri F. Lloyd Wright’ın şu sözü: “Otomatizasyon sürdükçe insanın tüm organları kuruyup gidecektir, düğmeye basan parmağı dışında.” Daha konforlu ancak daha kısıtlı tinsel bir alanda dönüp durmaktayız artık hepimiz. Dolayısıyla bu mekanikleşme hâli dilimize, sözümüze, yazımıza yansımakta.
Peki, dilin sınırlarının akıp giden zamanla birlikte bu kadar hızlı değişiyor olması? Örneğin toplumsal ölçekte Itrî’nin “Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil” [1] bestesinin verdiği hazdan, “nerde yedin paraları söyle” [2] ritmine geçiş, hayret edilecek denli hızlı gerçekleşmiş hâlde. Çok değil, daha elli yıl öncesinde anlaşılarak icra edilen, sevilerek dinlenilen bir eserden söz ediyorsak üstelik… Evet, yirmibirinci yüzyılda belki de pek çoklarımız çerh ile söyleşecek kadar boş zamana sahip değiliz, kabul; günümüz insanı zamansızlık üzerinden kendini değerli görmek ve yaşamını anlamlı hissetmek eğiliminde çünkü. Ancak şarkıda mevzubahis edilen kimsenin paraları nerede yediğine yer/ önem verilmesini ve iç ferahlığı sunma ihtimâliyle beraber devamında gelen “boğazında kalsın” sözlerinin eğlencelik bir ritim olarak kabul görmesini de anlamak güç.
“Başlangıçta söz vardı. Ve söz Tanrı’ya, peygamberlere aitti. Söz, yaratanındı. Zamanla söze başkaları da ortak oldu. Ticaret ve teknoloji bu süreci hızlandırdı. (…) Hepimiz söze ve onun aracılığıyla dünyaya sahip olduk. Dünyaya sahip olma çabamızla onu bir bütün olmaktan çıkarıp kısırlaştırdık, kendi sözcüklerimizin içine hapsettik. Hükmeden artık biziz. Söz bizim!” [3] Yaşadığımız çağın bir getirisi olarak sosyal mecralar, sözün kıymetli varlığını kaydetme imkânı sunarak bir manâda bireye –anlık da olsa- “ben efsaneyim” duygusunun hazzını yaşatmayı vadeder. Bugün yazma ediminin ana unsur olduğu twitter gibi sosyal medya platformlarında binlerce beğeni yağabilir sözlerinize; hatta bir anda trend konusu bile olabilirsiniz dilinizin sınırları sayesinde. Kitleler aynı anda sizinle dalga geçip size hakaretler de yağdırabilirler.
“Sözcükler sayesinde, yalnız nesneleri değil, kavramlar ve duyguları da sıkı sıkıya egemenliğimize alıyoruz. Sözcükler, deneyimlerimize sahip olmanın ya da sahip olmaya çalışmanın bir yolu. Belki de deneyimleri belleğimize depolamanın, sınıflandırmanın, deneyimleri belleğe bağlamanın en kolay yolu.” [4] Sözcüklerle deneyimleri aktarma imkânı bulunmasaydı, kültürel bellek aktarımından söz etmek mümkün olabilir miydi? Dilin çeşitliliğinin bir göstergesi olarak soyut kültürel mirasa katkı sunan sözlü kültürel aktarım, günümüzde artık büyük oranda kırsal yaşamla sınırlı kalmış hâlde. Nüfusun büyük bir oranının kentte yaşadığı göz önüne alındığında, devam eden sözlü kültürel aktarımın da ne kadar süre daha varlığını sağlıklı şekilde koruyacağı belirsiz görünüyor. Son zamanlarda sosyal medyada popüler bir videoda yöresel ağızla “Ceylan Gözlüm” türküsünü söyleyen oğlan çocuğu, sözlü kültür aktarımının en güzel örneklerinden biri. [5] Kent hayatında daha iyi eğitim ve yaşam imkânlarına erişebilen çocuklar artık sözlü kültürel aktarımının bir parçası değiller. Her ne imkân sunulmuş olursa olsun, bu çocukların sosyal medya üzerinden ya da kent yaşamının herhangi bir ânında karşılaştıkları gerçeklik, büyük oranda popüler kültürün dilini içeriyor. Taşradaki yeni neslin de sosyal medya üzerinden popüler kültür söylemlerine maruz kaldığı muhakkak; ancak kırsalda gündelik yaşam pratikleri, kenttekine nispetle hâlâ gelenek ve kültürel aktarım üzerinden şekillenmekte, bu yöndeki farkındalık gelişmekte, sözlü anlatı devam etmekte.
Değişen zaman içerisinde sözü dinlemenin kıymeti, farklı formlara bürünüp geri gelmekte; sesli kitaplar, podcast olarak adlandırılan dijital içerikler bugünlerde oldukça revaçta. Çünkü kent yaşamı kalabalık ve sıkıcı; trafikte ya da ev işleriyle meşgul olunurken harcanan boş vakit, sesli kitap, podcast gibi yayınlarla doldurularak kaliteli zamana çevrilebilmekte. Kimi insan okumaktan bile daha keyifli buluyor bu sesli kitapları. Kadın dinleyici bir erkeğin seslendirmesini, erkek dinleyici bir kadınınkini daha ifadeli buluyor kimi zaman. Bir nostalji unsuru olan radyo tiyatrolarının modern versiyonları gibi düşünülebilecek bu kitapların seslendirmelerinden belki de en dokunaklısı, Şerif Erol’un yorumundan Tutunamayanlar’ı dinlemektir. Meselâ “Anlamak başka şey, kabul etmek başka. Hayatını, sağa sola dağıttın be Selim!” sözünü Erol’un sesinden duymak, bizi bir anda Selim Işık’ın yitip gitmekte olan yaşamı için hayıflanmaya sevk eder. Ancak bir kitabı okumak yerine sesli dinlemek, dilimizin sınırlarını aynı oranda geliştirebilir mi? Pek emin değilim. İhtiyaç hâlinde göz yordamıyla şöyle bir karıştırıp uygun sözcüğü bulabilme imkânından ötürü görsel hafızanın kodlaması her zaman daha kullanışlı gelmiştir bana.
Her devir kendi moda söylemini türetiyor şüphesiz; “bağlamla birlikte içerik de değişime uğruyor. Aynı sözcük, bugünden yarına hiçbir zaman tıpatıp aynı değil. Sözcüğü kuşatan zaman ve mekân da öyle.” [6] Kent yaşamında sokak dili, plaza dili ve belki biraz da akademik dil, devrin moda söylemlerine göre şekillenmekte. İçerisinde bulunulan zamanın ruhuna ait pıtrak gibi bitiveren bir kelime, bir bakıyorsunuz herkesin diline pelesenk oluyor bir anda, bir süre sonra unutulup gideceği bilindiği hâlde üstelik. Birkaç yıl öncesinin “tırnak içerisinde”, “artı” gibi –dile anlam ve estetik yönünden hiçbir değer katmayan- kalıp ifadeleri buna güzel birer örnek. Hatta tırnak içerisinde derken el hareketiyle desteklenmesi elzem olanıydı daha kısa bir süre öncesine kadar; şükür ki yavaştan terk edilmeye başlandı. Şimdilerin en moda kulak tırmalayan söylemlerinden biri ise “gibi gibi”. Televizyonda, radyoda, akademide, nispeten gündelik yaşamda bol bol sarf edilen bir ifade olup çıktı bu “gibi gibi”. Taşı en güzel şekilde gediğine koyabilen yegâne gibi gibi, Barış Manço’nun; “Sanki biraz naz ediyorsun amma… Senin bana gönlün var gibi gibi” sözlerindekidir oysa. “E bizimki de can yani, artık uzatmasan mı?” manâsında bir gibi gibi dir bu. Cinsilatifin nazlanabilme hakkını ona teslim eder hâlde dinleyeni hoş bir şivekâra yöneltir, şarkıdaki anlamı ve ritim duygusunu berkitir. Evet, hem çerh ile söyleşebilen hem de gibi gibi ikilemesini bilinen en tumturaklı hâliyle literatüre kaydeden, Barış Manço şarkılarının dilidir bu çok da uzak olmayan üstelik; yakın geçmişe ait zamanların, bugüne kıyasla daha dengeli, derinlikli yılların dili.
Sonuç olarak yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte insan yaşamı kolaylaştıkça, kendini ifade ediş biçimleri ve söylemleri kolaycılığa yöneldi. Artık insanlar daha az kelimeyle konuşup yazıyor, kendilerini daha kestirme yollardan anlatıyorlar. Uzun uzadıya ifade etmek, tahammülü güç bir durum çünkü bu hız çağında. Gün geçtikçe dilimizin sınırları duygu dünyamızı ifade gücü yönünden daralırken teknoloji ve popüler kültürün dağarcığımıza kattığı kavramlar yönünden genişlemeye devam etmekte. Tik Tok, Youtube gibi tık hapı mecralar üzerinden hızla yayılan popüler kültür ürünlerinden bahisle, dilin sınırlarının değişim hızına dair o kadar da karamsar bir tabloyu topyekûn sırtlandığımız sonucuna varılmamalı şüphesiz. Bugünlerde yine sosyal medya mecralarında üretilen etimolojik söz varlığına yönelik içeriklerin, belirli bir kesim tarafından hayli keyifli bulunduğu ve ilgi gördüğü göz ardı edilmemeli. Nihayetinde “sinesi saf olmayana ehl-i dildir diyeme-”yen insanların varlığı, ya bu çağa rağmen hâlâ ümidi koruma vesilesidir ya da bunca değersizlik ve dengesizliğin arasında nostaljiye duyulan bu tutkunluk, yalnızlaşma belirtisi.
Kübra Turangil
[1] Gazel (Tûti-i Mucize Gûyem), Şair Nefî (1572-1635), Beste: Buhûrizâde Mustafa Itrî (1633?- 1712)
[2] Bugünlerde sosyal mecralarda popüler olan bir şarkı.
[3] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm, Sözcük Mahpusları III, İletişim Yayınları, 1997.
[4] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü.
[5] Metehan Polat, “Ceylan Gözlüm”, https://www.youtube.com/watch?v=r1uIZEum7DE
[6] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü.