Sevdiğimiz yazarların o harika romanları nasıl yazdıkları her zaman merak konusu olmuştur. Yazarlar üzerimizde büyü etkisi bırakan o eserlerin yaratım süreçlerini biz fani okurlara da fısıldasa fena mı olur? Belki de o sihirli iksirin anlatılacak bir formülü yoktur; anlatılırsa büyü bozulur, kim bilir…
Adalet Ağaoğlu da alıntıladığımız bu yazısında nasıl yazdığından ziyade, hayatın hay huyu içinde yazmak için nasıl fırsat kolladığından dem vuruyor. Sonunda yazının yayımlandığı derginin editörünü iğnelemekten de çekinmiyor. Umarız Adalet Ağaoğlu’nun günlük hayatın okuma-yazma uğraşlarımıza galebe çaldığı gerçeğini ironik bir dille anlattığı bu yazısı, her gün çalışma masasının başına geçmek için “türlü dolaplar çeviren” herkese ilaç gibi gelir.
Benim Yöntemim Neredeyse Yöntemsizlik*
Adalet Ağaoğlu
Öyle ya, her işin bir yöntemi var: Pilav pişirmenin, etek dikmenin, arşiv tutmanın, kitap dizmenin, köprü kurmanın, tohum ekmenin, vida takmanın, adam tutmanın, adam elemenin, cinayet işlemenin… Her şeyin, her işin bir yöntemi var. Roman yazmanın da bir yöntemi olmalı, değil mi? Yapılan bütün bu işler, çağlar boyunca ve değişen koşullar altında yöntemlerini de değiştirmişler, daha doğrusu geliştirmişler. (…)
Roman yazmanın yöntemleri de, başlangıcından bu yana zaten yazardan yazara değişkenlik göstermiş. Kimi, yazı yazarken ayaklarını bir leğen dolusu suya sokarmış. Kimi, yatağa girip başına da bir buz torbası oturtmadan tek satır yazamazmış. Kimi, yazacağını yazıp bitirene kadar deli danalar gibi ayakta dönenir, kimi alışık olduğu boyda bostta üç kiloluk bir defter edinemedi mi, biz şimdi elektrikler kesilince nasıl oluyorsak öyle olurmuş. (…) Flaubert, içindeki fırtınayı bir “ben”le okura yansıtmamak için gece yarısı terasa fırlar, o “ben”ini haykıra haykıra yıldızlara söyledikten sonra yazmakta olduğu romanının başına dönermiş. Voltaire’in resimlerinde, başına geçirdiği o sivri uçlu gecelik takkesi, hemen hemen yazdıklarının ta kendisidir benim gözümde. Öfkeli, kavgacı kişiliğini yazdıklarıyle özdeşleştirir bu takke. Bana öyle gelir ki, Voltaire her gün iyi bir meydan kavgasına girişseydi yazı yazmazdı. Rousseau’yu güzelce bir pataklayarak geçiştirebilseydi Candide gibi bir taşlama romanı çıkmazdı ortaya. Örnek yerinde olmasa bile, boğalığı yazıya yönlendirmek de bir yöntemdir.
(…)
Elinde bir ses alma aygıtı, bütün dünyayı üç kez dolananlar mı, binlerce metre ses bandı doldurup on altı sekreterle bu ses bantlarını romana çevirenler mi, yüzlerce kare film çekip, geceler boyu bu karelere gözünü dikerek roman tümceleri, bölümleri kuranlar mı, bir odaya kapanıp bir ses bandına on saat konuşanlar mı? Bizler zenginliklerin böylesinden yoksunuz. On altı sekreter değil, eve haftada bir gün temizlikçi gelse, ne denli daha iyi çalışma olanağına kavuşacağımızın düşünü kurar dururuz. (…) Bizim tek lüksümüz, sağdan soldan koparabildiğimiz zaman. Günde üç beş saati çalışmaya (yazmaya) ayırabilme yöntemini bulmuşsak, bunu çevremize de onaylatmışsak, işte bir yazı makinesi, biraz kâğıt ve bir kalemle kendimizi roman yazarken görebiliriz. Uğrunda bunca çarpıştığımız zaman, nasıl bir hazırlığın ardından artık ille elde edilmesi gerekli bir şey olur ama? Roman yazma yöntemi, işte asıl bu, masa başına geçilene dek geliştirilen çalışmalarla ilgili olmalı. Masa başında da elden bırakamayacağımız, yana itemeyeceğimiz bir çalışma.
(…)
Ben, sekreterdi, ses bandıydı falan kullanmadığım gibi, ne roman günlüğü tutarım, ne de romancı günlüğü. Yıllardır benim de bir “hâfıza defterim” bulunsun isterim. Bir romanı tasarlarken, her yerde, her zaman, uykumun arasında da beynime saldıran ve saldırı anında bana korkunç güzel gelen tümceleri , o “ilk buluşları”, bütün o, bana göre iç dağlayıcı gözlemleri, bu gözlemlerin uzantılarını, bir duygulanımı, her şeyin çağrıştırdığı her şeyi sıcağı sıcağına deftere geçirmek isterim. (…) Böyle, küçük ya da büyük bir defter edinince de bunu ya evde, ya otel odasında unuturum. Bana en gerekli olduğuna inandığım zamanlarda böyle bir defterin dostluğundan hep yoksun kalırım.
(…)
Söyledim. Benim roman yazma günlüğüm falan yok. Romancı günlüğüm de yok. Halim[i] bir yana, doğrusu ailemde benim roman yazışıma falan da pek aldıran yok. Bu nedenle ben hepsine iyi yemekler pişirmek zorundayım. Nerdeyse unutuyordum, bunca yokluğun arasında bir çalışma odam olduğunu söylememek haksızlık. Yazma yöntemlerimden biri de, günde birkaç saat bu odaya kapanmak, kalemin ucunu kemirerek de olsa burada hiç kimsesiz oturabilmek için çevreme attığım yalanlar, döndürdüğüm dolaplar.
(…)
Dertlerimi dökmek için bana hiç sıra gelmediğinde, ben de son birkaç yıldır bir “Dert dökme defteri” edindim. Bazen art arda beş gün, sabah şuna kızdım, akşam şuna içerledim, diye yazıyorum bu deftere. Sonra bir de bakıyorum, aradan beş ay geçmiş de DDD’me el sürmemişim. Derdim olmadığından mı? Nerde o günler? DDD’me derdimi dökmeye fırsat bulamadığımdan. Ama bu deftere son olarak şu notu düşüvermişim işte:
“Ne yazdığımla hemen hemen hiç ilgilenmeyen bir dergi ne yöntemle yazdığımı bilmek istiyor.”
*Yazarın 1 Mart 1977 tarihinde Türk Dili dergisinde yayınlanan bu yazısı, imlâsı özgün hâliyle korunarak alıntılandı. (Adalet Ağaoğlu, “Benim Yöntemim, Nerdeyse Yöntemsizlik”, Türk Dili, yıl 27, cilt XXXV, 1 Mart 1977, sayı 306, s. 216-221.)
**Ayrıca bu yazı, yazarın Geçerken adlı kitabında da yer aldı. Adalet Ağaoğlu, Geçerken: Denemeler-Değiniler, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986.
[i] Halim Ağaoğlu, Adalet Ağaoğlu’nun eşi.