Anıtsal çelik heykelleriyle bilinen Amerikalı sanatçı David Smith’in 1959 yılında Ohio Üniversitesinde yaptığı konuşmasından bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz. Geleneğin kıyasa dayalı kısıtlayıcı yönüne dikkat çeken sanatçının, sanatını ortaya koyarken eserinin konusunun kendisi olmasının ne demek olduğuna, hataları değiştirmek, kusursuzluğu aramaktansa onları sahiplenmenin insaniliğine dair düşüncelerine gelenek-kimlik gerilimi bağlamında, gelin, yakından bakalım.
Gelenek ve Kimlik
David Smith (1906-1965)
Ohio’da çalıştığım dönemde, sanatın ne olduğu hakkında çok belirsiz fikirlerim vardı. Bu saygın sözcüğü kullanan tanıdığım herkes de aynı ölçüde tereddütlü ve kararsızdı.
Sanat çoğunlukla reprodüksiyonlardı, çok uzaklardan, geçmiş çağlardan ve altın renkli kıyılardan gelen, Auglaze ya da Aumee’nin çamurlu kıyıları gibi bir yerlerden gelmeyen bir şeydi ve Paulding bölgesinden gelmesine hiç imkan yoktu.
Gerçek yağlıboya resim gümüş kaşık gibi gelen fazlasıyla gelişmiş bir eylemdi, uzun yıllar süren ağır yöntemlerle, uygulamalı çizimle, suluboyayla, tasarımla, sanat yapısıyla doğuyor, neredeyse gizli bir doğası olan özel bir donanım gerektiriyordu, bu donanım ancak Paris’te ya da belki New York’ta bulunabilirdi; ama sonra New York ve Paris’e gidince resmin elde ne varsa onunla yapılabileceğini, inşaat iskelesi, çıplak tuval, el yapımı tuval, fırçayla ya da fırçasız, şövale üzerinde, yerde, duvarda, kuralsız, gizli bir donanıma, hatta sanatçının inancı, dünyaya meydan okuması ve kimliği dışında hiçbir şeye gerek duymadan yapılabileceğini gördüm.
Eski yöntem ve donanımı bir kenara atmak elbette sanata yol açmaz. Bu sadece geleneğin sınırlaması karşısında ve otoritenin dışında duran yaratıcı özgürlüğün bir simgesi.
Heykel daha da uzaktaydı. Modelleme kili uzaklardan gelen mistik bir karışımdı. Heykelin metale nasıl dönüştüğü o kadar karmaşık bir işti ki ancak Paris’te yapılabilirdi. Heykel yapan biri başka biriydi, ilahların gönderdiği şiirsel bir karakterdi, uzmandı, estetikçiydi, filozoftu, bir kütükten gözyaşartıcı bir hayal çıkartabilecek ya da bir parça ithal mermerden bir Galatea yapabilecek kadar duyarlı bir Avrupalı beyefendiydi.
Artık heykelin her türlü ciladan geçip yine kaba saba olmuş kaba saba karakterler ya da insanlar tarafından kaba saba malzemelerden yapılan bir şey olduğunu biliyorum.
Mistik modelleme kili aslında Ohio çamuru; eldeki aletler garajlarda ve fabrikalarda bulunabilir. Alçı kalıp dökme hemen her kasabada yapılabilir. Hayaller de imgelemsel zihinden geliyor, heykel doğada bulunan parçalardan yapılabilir, sudan, taşlardan, kırık dökük şeylerden, bir araya getirilebilir ya da tek parça olabilir, katı biçimi, açık biçimi olur, biçim çizgileri ya da bir resimdeki gibi biçim yanılsaması olabilir. Ayrıca heykel resim de olabilir ve resim heykel olabilir ve bu tavrı yüzünden sanatçıya baskı yapacak hiçbir otorite yoktur. Filozof, estetikçi ya da sanat uzmanı bile.
Geleneğe karşı konuşuyorum, ama sadece sanatın ileri gitmesine, engel olanların geleneğine karşı. Başkalarının başarılarına engel olan geleneğe. Bu bağlamda gelenek sadece sanatın geçmişte ne olduğunu söyleyebilir, şimdi ne olduğunu değil. Gelenek söz resimlerine sarılmış gelir; bunlar sıradan insanı klişelerle düşünmeye yönelten tuzaklardır. Bu da kıyas ve mukayeseli değerlendirme yapıp sonuç çıkarmaya yöneltir, özellikle de tarihçilerin elinde. Sonuçların duyulduğu yerde, sanatın anlaşılması zarar görür ve çağdaş ortamın yenilikleri genellikle lanetlenir.
Sanatın geleneği vardır, ama görsel bir mirastır bu. Sanatçının dili görerek hatırlamadır. Sanat düşlerden ve hayallerden yapılır, bilinmeyen şeylerden yapılır ve biraz da söylenebilen şeylerden. Kendi kendinizle karşı karşıya kaldığınız zaman kimseniz onun içinden gelir. İçten gelen bir amaç ilanıdır, sanatçı kimliğini belirleyen bir etkendir.
Sanat tarihi içinde hepimizin gönderme yaptığı doğa hala bizimle birlikte, ama biraz değişmiş; artık bir anekdot ya da harmaniyeli ve gözleri bağlı erdem değil, bir meyve kasesi değil, ya da gerçekçi denen o çok soyut gönderme değil; genellikle adına sanatçı denen o basit konu. Kendisini sanatçı olarak tanımlayınca, doğadaki öğelerden biri olarak kendi konusu oluyor. Artık onu kesip biçmiyor, ona dayanarak ahlakçılık yapmıyor; onun bir parçası oluyor. Doğanın dış dünyası eşit, vurgusuz, sorgusuz. Sanatçı doğa denen atmosferde bir öğe, doğaya göndermesi ilkel insan gibi, tek farkı ona “o” değil, “siz” demesi. Hale ve çağrışım, tam ifadeye giren bütün parçalar, duygusal bir akış içindeki bütün eylemler, sanatçıyı bir konu olarak dışavuruyor, sanatçı için yeni bir konum ama zamanı açısından doğal. Sözler güçleşti, bir sanat eserini açıklama konusunda çok az yardımcı olabilirler, konum ve kavramın altında yatan iktidar ve gücün yaratıcı akıldışı akışı içinde sanatçının konumunu hiç açıklayamazlar. Belki ben kendi yordamımı daha kolay açıklayabilirim. Bir heykele başladığım zaman nasıl tamamlanacağından pek emin olamam. Bir bakıma daha önceki eserle bir ilişkisi vardır, önceki eserle süreklilik içindedir; genellikle onu izleyecek olana yönelik bir sözü ya da bir jesti vardır.
Onun daha önceden düşünülmüş bir çizimden gelen yolunu bulmaya çalışmam genellikle. Eğer başlangıcı hakkında güçlü hislerim varsa, sonunu bilmem gerekmez; çözüm mücadelesi en önemlisidir. Eğer eserin sonu fazla tam ve kesin görünürse, soruya yer bırakmazsa, sondan başa doğru çalışmaya yönelirim, tamamlandığı zaman bir çözüm değil bir soru ortaya koyması için.
Bazen bir heykele başladığım zaman sadece gerçekleştirilmiş bir kısımla başlarım; gerisi yolda ortaya çıkar, neredeyse bir düşte olduğu gibi.
Gerçekleştirme çekişmesidir sanatı sanat yapan şey, onun kesinliği, tekniği ya da malzemesi değil. Bütünsel başarı aramam. Eğer bir parça başarılıysa, geri kalanı hantal ya da eksikse, yine de ona tamamlanmış diyebilirim, eğer köken diyebileceğim herhangi bir ilişki bularak, yeni bir şey diyebildiysem.
Eğer doğru görünüyorsa bir hatayı değiştirmem, çünkü hata kusursuzluktan daha insanidir. Yanıtlar aramam. Bu esere ad takmadım ya da nereye gideceğini düşünmedim. Neye yaradığını düşünmedim, sadece görülmek için yapıldı. Onu yaptım, çünkü benim kim olduğumu başka herhangi bir yöntemden çok daha iyi söylüyor. Bu eser benim kimliğim. Benim zihnimde onun yaratılması sırasında herhangi bir söz olmuyor, eminim onu görmek için de sözler gerekli olmuyordur; o zaman ben anlamadığım halde siz neden anlıyormuş gibi yapasınız? İşte bu harika: sormak ama anlamamak. Görmek algının asıl dilidir. Anlamak sözcüklere hastır. Bana gelince, eseri yaptıktan sonra, söyleyebildiğim her şeyi söylemiş olurum.
Kaynak: David Smith, “Gelenek ve Kimlik” (1959), Sanat ve Kuram (1900-2000): Değişen Fikirler Antolojisi içinde, editörler: Charles Harrison, Paul Wood, çeviren: Sabri Gürses, İstanbul: Küre Yayınları, 2011, s. 809-811.