Akdeniz Ateşi. Bu iki kelime yan yana geldiğinde insanın aklına ilk anda Anadolu Ateşi gibi bir ekibin kültürel kodları harmanladığı coşkulu gösterileri geliyor. Sonra hatırlıyoruz bunun bir hastalık olduğunu. İbn Haldun’a atfedilen deyişteki gibi: Coğrafya kaderdir. Coğrafya güzellikleriyle beraber dertlerini ve hastalıklarını da getirir.
Akdeniz ve Ege’yle çevrili bir memleket olarak bunu en iyi biz bilsek gerek. Akdeniz ateşinden mustarip birisiyle karşılaşmamış olabiliriz ama filmde de olduğu gibi modern tıp, ıstırabımızın sebebini bulamayınca “Akdeniz ateşi”ne sığınabiliriz.
Yönetmen Maha Haj’ın 2022’de Cannes’da Un Certain Regard senaryo ödülünü kazanan Akdeniz Ateşi (Mediterranean Fever) filmi, Filistinli iki erkeğin arkadaşlığını konu edinir. İsrail işgali altındaki Hayfa’da yaşayan baş kahramanımız Waleed’in oğlu okulda sürekli kısa süren rahatsızlıklar geçirmektedir. Oğlunu tekrardan doktora götürmeye karar veren Waleed, muayenehaneye geldiğinde her zamanki doktorun yerinde bir Rus doktorun olduğunu görür. Yine de İbranice anlaşmayı becerirler. Doktor, Waleed’le oğlu için tekrar form doldurur. Doktor, hastanın uyruğunu sorunca Waleed “Arap.” der. Kahramanımız din sorusuna cevap vermeyi reddeder. Din sorusuna cevap verilmediğinde işlemin ilerlemediğini söyleyen doktora sonunda “Filistinli yazın.” der; Mahmud Derviş’in şiirini hatırlatır bir şekilde. Dinin tam vatandaşlık için bir zorunluluk olduğu İsrail’de, bir Filistinlinin Filistinli olmayı bir din olarak addetmesi, ne kadar radikal bir tutum olarak görünse de aslen sıradan olmalıdır.
Waleed, ilham perisini beklerken işini bırakmış, ev işlerinin bir kısmını üstlenmiş bir yazardır. Kamera onu sıkkın sıkkın çamaşır katlarken, evi toplarken takip eder. Evin beklenilen ilhamı kaçırıyormuş gibi bir hâli vardır. Aynı sıkkınlık, gittiği terapistin koltuğunda da devam eder. Waleed için bir çıkış yok gibidir; ta ki yan dairelerine yeni komşular taşınana kadar.
Filistin bağlamında “komşu”, sorunlu bir kavramdır. Akdeniz genel olarak kuzey coğrafyalarına göre çok daha misafirperver, komşunun neredeyse mirastan hak alacağı bir yer olarak bilinir. Fakat özellikle Doğu Akdeniz’de son yüzyılda, hadi deyiverelim, Osmanlı sonrasında, komşuluk bağları oldukça hasar görmüştür. Komşuların birbirlerinin sınırlarına tecavüz etmesinin yanı sıra, çok başka iklimlerden gelip yerel halka komşuluk taslamak sıradan hâle gelmiştir. Komşuluk, o mahrem anlamını yitirmiş, tedirginlik veren bir kelime olmuştur.
Waleed yeni gelen komşuları bu tedirginlikle karşılar. Komşular da Waleed’in dünden hazır olan tedirginliğini boşa çıkarmazlar: Korkutucu köpekleri vardır ve gün boyu yüksek sesle müzik dinlerler. Yeni komşu Jalal’in kaslı vücudu, kısacık kesilmiş saçları ve kendine özgüveni bu yeni gelenlerin İsrail’i temsil ettiğine dair işaretlerdir. Waleed ilham yoksunluğunun yanında şimdi bir de bu komşuların tahakkümüyle uğraşmak zorundadır.
Jalal’in İsrail’i temsil ettiği, akşam vakti sokakta Waleed’le ilk defa “muhabbet” ettiklerinde iyice ortaya çıkar. Birbirini tanımaya çalışan iki adam yaşadıkları mahalleden bahsederlerken bir cadde için farklı iki isim kullanırlar: İbranice ve Arapça. Waleed, Jalal’e “davayı sattığı” için kızdığında Jalal ona bıyık altından gülerek “Demek sen öyle Filistinlilerdensin.” der. Demek ki kendisi “milliyet”i geride bırakmış, bu gibi duyarlılıkları “eski moda” bulan; bugünü, kendi gündemini yaşayan bir adamdır.
Bu karşılaşma anında -çok farklı gibi görünseler de- senaryo yavaş yavaş iki adam arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarır. Sistemle barışmış, tüm işleri yolunda gider gibi görünen Jalal’in de aslında sorunları vardır; tam zamanlı bir işi yoktur. İki adam da günlerinin çoğunu evlerinde geçirmekte, eşlerinin evi geçindirmesini sessizce kabul etmektedirler. Erkeklerin evde kalıp ev işlerine bakmalarında elbette bir beis yoktur ama aslen erkeklerin bu “işsizlik” durumu başka bir cinsiyetçi yaklaşımı ortaya koyar: Erkeklerin ilham beklemek ya da “büyük vurgun” yapacakları proje üzerinde çalışmak, bir bakıma hayallerinin peşinde koşmak gibi bir lüksleri varken kadınlar güvenceyi, çocuklarının gündelik ihtiyaçlarını düşünüp her ay para getirecek işlerde çalışmaktadırlar.
Waleed, Jalal’e göre ev işlerinden daha iyi anlar, çocuklarıyla daha yakından ilgilenir gibidir. Çocukları okula bırakır, onları İbranice konuşmaktan men eder ve oğlu okulda hastalandığında onu alıp eve getirir. Fakat yine de oğlunun “hastalığı”ndaki tekrar eden unsuru kaçırmıştır. Buna kızı dikkatini çeker: Oğlan hep Coğrafya dersinden önce hastalanmaktadır. Coğrafya kaderdir, hastalıktır. Çocuğunun coğrafyaya, haritalara verdiği Filistinli tepkisi babayı hem duygulandırır hem kızdırır. Oğluna “O öğretmene iyi bir coğrafya dersi” vereceğini söyler. Ama ne yazık ki film, bize bu kızgın Filistinli baba ve İsrailli devlet memuru arasındaki tartışmayı -yaşanmışsa da- göstermez. Muhtemelen bu “karşılaşma” da Waleed’in yapmayı planladığı ama bir türlü gerçekleştiremediği aksiyonlardan biridir.
Waleed ve Jalal evde talihlerinin dönmesini bekledikleri bu dönemde kendilerini birbirleriyle arkadaşlık yaparken, beraber kahve içip kek yerken bulurlar. İnşaat işlerinden anlayan Jalal, Waleed’in evinde tamirler yapar; hatta Waleed’in anne ve babasının evinde de yapılması gereken tadilatların listesini çıkarır. Waleed, Jalal’in “erkeksi” tavırlarından etkilenir: Onunla beraber vakit geçirmeye başladığında “tipik” erkeklerin cinsellik ve şiddet dolu hayatları hakkında bilgi edinir. Jalal’in sevgilisi ve beraber “iş” yaptığı mafya tipi adamlar, Waleed’in yazacağı romanlar için malzeme olacaktır. Daha doğrusu bu, Jalal’le takılmak konusunda Waleed’in karısına söylediği sebeptir. Fakat izleyici olarak Waleed’in Jalal’e neden bu kadar yakınlaştığını Waleed’in Jalal’den bir kiralık katil bulmasını istediğinde tam manâsıyla öğrenmiş oluruz. Waleed’in filmin başından beri terapistiyle yaptığı konuşmaları ve karısının tedirgin tavırlarını dikkatle izleyenler kiralık katili kendisi için istediğini hemen anlayacaklardır. Jalal de kısa zamanda bunun farkına varır ve bu isteği reddeder. “Akdeniz ateşi”, Filistin’de herkesi başka bir yerinden yakalamıştır. Oldukça gergin bir sahnede öğrendiğimiz üzere, borçlarından dolayı ailesini tehlikeye sokan Jalal de bu ateşten nasibini almıştır. Jalal’in durumunun az çok farkında olan Waleed, Jalal’e onu öldürürse hem kendi ıstırabının dineceğini hem de Waleed’in vereceği parayla ailesini kurtarabileceğini söyler.
Filmin başından beri erkeklik tipolojisi olarak Waleed’in zayıf erkekliğinin karşısında güçlü erkek olarak konuşlanan Jalal’in bu tekliften sonra yavaş yavaş çözülmeye başladığına şahit oluruz. Filmde Akdeniz ateşi tanısı, hastanın hâlinden anlamayan doktor tarafından sadece Waleed’in oğluna konulmuştur; ama Akdeniz’in tarihinden nasibini alan Waleed ve umursamaz gibi görünen Jalal de yerel huzursuzluklardan paylarını alacaklardır. Kendi kaderlerine bir türlü hükmedemeyen bu erkeklerde ateş kendini depresyon olarak göstermektedir. Waleed bununla başa çıkmak için -her ne kadar sonuç vermese de- yardım alır; ama görünen o ki Jalal bunu kendine yediremez. Bu yüzden Waleed’in “her şeye bir son verme” fikri ona cazip görünmüş olsa gerektir.
Filistinli olmanın, Filistinli erkek olmanın farklı bir yönünü gösteren filmde yönetmen; Waleed’in Coğrafya hocasıyla olan kavgası, kontrol noktalarındaki beklemeler, ev yıkımları, infazlar yerine tüm bunların ruhlardaki izdüşümünü anlatmayı tercih eder. Bölge dışındaki seyirci Filistin’i, Filistin’de yaşanan mikro/makro saldırı ve tecavüzleri kendi dünyasına çok uzak görebilir; ama Haj’ın filmindeki erkeklerin sıkışmışlıkları, amaçlarını belirleyememiş tüm erkekler ve kadınlara tanıdık gelecektir.
Jalal kafasını dağıtsın diye Waleed’i bir av partisine çağırır. Waleed, Jalal ve silahların bulunduğu bu sekans hem yönetmen hem de seyirci için filmin sonuna dair seçenekler sunmaktadır. Yönetmen Maha Haj bize sunduğu seçenekle ters açı yaparak güçlü görünmeye çalışanların, dertlerini paylaşmayanların her zaman çok daha derin yaralar taşıdığını gösterir. Eğer Jalal aynı zamanda “komşu”yu, İsrail’i temsil ediyorsa film bize “güçlü görünen” tarafın da içinde büyük yıkımlar bulunduğunu, en az “zayıf taraf” kadar kırılgan ve intihara eğilimli olduğunu söyler. Haj, filmiyle bize Akdeniz’de bazen komşuluğun “intihar sözleşmesine” dönebileceğini, bunun da Akdeniz ateşi hastalığının bir veçhesi olduğunu gösteriyor.
Nagihan Haliloğlu