Ahmet Hamdi Tanpınar; mecazları, bunları yarattığı hayal dünyası ve sembolizmiyle keşfedilmeyi bekleyen, ana karadan azade bir ada gibi. Tanpınar’ın dünyasına girebilmek için kendine has imgelerinin göstergelerini aramak, izlerini sürmek gerek.
Tanpınar’ın şiir ve düzyazı metinlerinde sıklıkla rastlanan ‘su’ ve ‘mağara’ metaforlarının kaynağını Orhan Okay’ın kaleminden çıkan tadımlık bir parçadan okuyalım istedik; zira Tanpınar’ı Orhan Okay hocadan okumak ayrıcalıklı bir deneyim sunuyor. Okay, Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar [1] başlıklı kitabında, Tanpınar’ın hem Yaşadığım Gibi hem de Tanpınar’ın Şiir Dünyası adlı kitaplarda toplanan yazıları arasında yer alan “Antalyalı Genç Kıza Mektup” başlıklı metninden yola çıkarak onun hayal dünyasındaki su ve mağara imgelerinin kaynağına yönelik bir kapı aralıyor.
Orhan Okay’ın Dergâh Yayınları’ndan yayınlanan ve adını da aynı metinde geçen bir ifadeden alan kitabındaki bu yazısından Tanpınar’ın su ve mağara imgelerini şiirlerinde ve diğer eserlerinde nasıl kullandığının ayrıntılı bir incelemesini okuyabilirsiniz. Tanpınar, Antalyalı genç kıza hitaben mektup formunda yazdığı metnin ilk cümlelerinden birinde şöyle diyordu: “Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyva bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.” [2]
“Antalyalı Bir Delikanlı”dan…
Orhan Okay
…Şimdi hafızasında veya şuuraltında dikkate değer izleri olan ve kaynağı yine Antalya’ya bağlanan mağara izlenimlerine gelebiliriz. Tanpınar’ın estetiğinden bahsederken sıkça kullandığımız empresyon kavramının belki en uygun olduğu konu burası olmalıdır. Zaten o da bu kelimeyi, empresyonu yahut bunu çağrıştıracak başka kelimeleri yazılarında sık sık tekrarlamıştır. Esasta psikoloji alanının bir terimi olması yanında hem şiir, hem musiki, hem de resim sanatında kullanılmış olan empresyon Tanpınar için aynı zamanda duyumlarla ilgili psikolojik bir değer olarak da önem taşımaktadır. Bu karmaşık mânâların da delâletiyle, “Antalya Mektubu”ndaki deniz empresyonuna bakalım:
Denizin iki manzarası beni çıldırttı. Biri bu kayaların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük mânaları olan şeylerdi. Bu mânalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim hakikati veya sırrı anlatıyorlardı.
Başka bir gün de iki evin arasındaki boşluktan gördüğü durgun denizde güneşin oyunları onu büyüler ve bir iki gün bu manzaraya bakakalır. Bütün bunlar bir kaleydoskopla ilk karşılaşan çocuğun şaşkınlık ve hayranlığıyla Tanpınar’ı kendi dünyasına ait bir sırrın eşiğine kadar getirmiştir. Tıpkı Ergani’de üç yaşındaki bebeğin buğulu bir camdan kar yağışını seyrederken kendine rastlaması gibi. Bu şaşkınlığını “Hiçbir şey bu kadar insana yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı.” diye ifade eder. Halbuki gördüğü şey onun için yeni değildir, kim bilir kaç defa oradan geçerken aynı manzarayı görmüştür. Fakat o gün başkadır (İstanbul’a tahsile gönderildiği gündür). Büyülenmiş gibi birkaç dakika bu manzaraya bakakalmıştır. Belki kısa süre sonra Dergâh’ın Bergsoncu yolcuları arasına katılacak olan şair ruhlu delikanlı ile deniz arasında zihnî bir aydınlık doğmuştur. Muammanın, ‘gördüğü ile kaynaşan şey arasında halledileceğini sezmiştir.’ Mektupta şaşkınlığı ve sırrın çözümü için zorlanmayı sezeriz.
Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bilgim yoktu. O devirlerde bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim devirdi. Çocuk denecek bir seviyede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla beraber çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun, benim gördüğümle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat henüz çare ve vasıtalara sahip değildim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat galiba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyorlardı.
Darülfünun’da okurken 1921 tarihinde tekrar Antalya’ya döndüğü zaman iki evin arasından “güneşin sarayı ve havuzu olmuş” bir deniz parçasıyla karşılaşır. Bu ona ölüm düşüncesi arasından, insana çok yakın fakat yine de insandan ayrı bir dünya görünür. Güvercinlik denilen deniz mağarasını da bu gelişte keşfetmiştir. Burası suyun hücumuyla, açılıp kapanan aydınlığıyla onun için önemli bir şey olmuştur. Tanpınar bunları anlatırken estetiğinin temeli olan rüya fikrinin biraz da bu mağaraya bağlı olduğunu söyler. Demek ki mağara yalnız gençlik yıllarında kalmamış bütün sanat hayatında onu takip etmiştir.
(…)
…bu dehlizin sonunda birdenbire ortalık, güneşe arasından bakılan taze yaprak yeşili bir aydınlıkla aydınlanmış ve bu aydınlık içinde asıl mağaraya atlamışlardı. Elleri ve dizkapakları yara ve yırtık içinde kalmasına rağmen, bu koyu tirşe ile nefti arasında değişen aydınlık Mümtaz’ı çıldırtmıştı. Denizin oyduğu kaya parçası içinde, yengeç ve böcekler görünecek kadar berrak sulu, son derece tabiiye benzer yapılmış rokay bir havuza benzeyen gölceğiz, ortasındaki küçük taş parçası adasıyla kalıyordu. Dalga çarpıp mağaranın ağzını örttüğü zaman her taraf yemyeşil oluyordu. Sonra garip, âdeta toprak altından gelen bir yığın gürültü ile su boşalıyor, etraf güneşli denizin gönderdiği akislerle aydınlanıyordu. (Huzur, s. 32)
Bu satırları her okuyuşta bizi Eflatun’un mağara istiaresine, oradan daha gerilere, arşetiplere sürükleyen çağrışım, şüphesiz delikanlı Hamdi’yi de sarmış olmalıdır. O anda da belki; fakat sonraki her hatırlayışında muhakkak. Daha sonra şiirlerinde, roman ve hikâyelerinde, yazılarında bazen imaj, bazen sembolik bir değer olarak giren mağara motifinin başlangıcı Antalya’daki Güvercinlik olmalıdır.
[1] M. Orhan Okay, “Antalyalı Bir Delikanlı”, Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar, 4. baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017, s. 95-97. Orhan Okay’ın bu çalışmasından kısmen alıntılanmıştır.
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup”, Yaşadığım Günler, 2. baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996, s. 348.