“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?”
İsmet Özel
Duygu ve düşüncelerin diğer edebi türlere göre daha rahat dille ifade edilebildiği bir alandır şiir; ya da böyle düşünülür. İnsanlar arasındaki sevgi ve dayanışmayı anlatmayı mümkün kılan bir zemin olmakla birlikte bazen karanlık güçlerin ifadesi olur, kimi zaman da başlangıcın. Şiir insanın gerçek dünya içinde kendisini ve etrafını tanımasına da yardımcıdır. Sürgün edilmiş bir ülkede adı seslenildiğinde kendisinden başka onu tanımayan insanın yakarışıdır. Şiir yazanlar için sürgünde olmak neredeyse imrenilecek bir durumdur. Sürgün hayatı kişinin saflığını, doğallığını ya da kurnazlığını, hatta kibrini konuşturabildiği bir süreçtir; şiirde insana yaşattığı duygu durumuna göre yer alır. Seslendiriyor yolcuyu şair:
Çırpını çırpını giden atlardan indik
Girmek için patavatsız yurttaşlar sırasına
“Naat”
Bir yanda insanın hâli, bir yanda aniden içine düşülen ortam, bir yanda da şairin kelimelerini şiire dönüştüren düşünsel cazibe durumu. Umutsuzluk mudur “patavatsız yurttaşlar” arasına düşmek ya da karanlığa karışmak mıdır? Belki şairin duygusal ve düşünsel derinliğinden taşan hazine belki de gökyüzündeki güneşin zekâsıyla doyma isteği. Evet, şiir bambaşka niyetlerle yazılmışken okuyana böyle şeyler hissettirebilir.
Bir şeyi ifade ediş, onu dile getiren üslûp sayesinde anlamlandırılarak okuyucuya yayılan katman katman bir oluşum hâlidir. Bir şeyin anlamını dile getirme gayretinde olmak, bir imgeyi işaret etmektir bir yandan da. Kimi zaman anlam, imgenin kendisi olur; kimi zaman da söylenen şeyin dışında başka bir anlama karşılık gelmez. İşte o vakit, anlam ve imge arasına hiçbir sözcük giremez. Şiirin kendi imgelerinden başka anlamı yoktur; ta ki okuyan onu kendi duygu dünyası içinde bir konuma yerleştirene kadar;
insanın zihninde uyanan anlamın içinde yeşeren imge;
şiirin anlamı şiir;
imge şiirde ve insanın hayâl gücünde uyandırdığı her şeyde işte:
Yaşamak debelenir içimde
Kıvrak ve küheylan
“Yaşamak Umrumdadır” (1967)
Burada şairin ifadesinde kullandığı somut imge, açıklama ve yorum istemeyen cinsten. Şair kendi bireyselliğine uygun şekilde, estetik diline uyumlu olarak at mefhumunu temsilen “küheylan”ı kullanıyor. İçinde olan yaşama duygusunu serbest bırakarak kendi düzeni olan bir sisteme dahil ediyor da olabilir: At ve hareketlerinde, küheylan ve kıvrak hareketlerinde. Bu şairin toplumsallıktan ziyade bireysel bir duyarlılıkla şiir üzerinden dünyaya açılma gayreti belki de. Gözlemlerden edinilmiş tecrübelerden süzülen bu dizeler; bir insanın umutsuzluğunun, bir çıkış yolu arayan varlık alanı içinde peşine düştüğü arayışının getirdiği huzursuzluğun dokunaklı sesi gibidir de:
Benim hayranlığımdan inlerdi şehir
Ben atlara ve uzaklara hayrandım
“Çağdaş Bir Ürperti” (1965)
Çoğu insan hayatı boyunca hep göz önünde olmak ister; adı şöhret ya da afettir bunun. Başka canlılar ve nesneler de dikkat çeker, asaletin sahibi olur; neden mi? İnsanın kırılan kalbini onaran, içindeki öfkeli yanın durmasını sağlayan, mutluluğu zirvede yaşatan başka şeyler de vardır çünkü. İnsanın içindeki mutluluk ya da öfkenin kuvveti ses olduğunda o canlı ve nesne düşüncenin ya da duygunun ifade gücü olur. Bu şiirin dizelerinde, kendisine hayran olabilen insan sıfatını yükleyen şair, bir yandan şehrin parçası gibi görünmeye çalışırken bir yandan da uzaklara seslenir.
Şair, bu dizelerinde şehre hayranlığından değil, uzaklara ve atlara olan hayranlığından dolayı haykırdığından bahsediyor. Uzaklar. Hangi uzaklar? Atlarla ilişkilendirmesinden dolayı insanın aklına ilk bozkır, ova, dağ, bayır gibi yerler geliyor. Bu hayranlığın sebebi bir canlının varlığına, onun hayatla olan ilişkisine, o canlıyı seyretmeye doyamamaya, onun uzaklara doğru dörtnala koşmasına imrenmek olabilir. Burada at imgesine başvurularak akıllarda görsel bir şölen oluşturmak istiyor hissi de doğabilir. Şairin şehri inlettiğini söylemesi ise içinde barındırdıklarını dışa vurmaktır âdeta. Bunun yanında uzaklara ve atlara hayranlık, şairin yaşadığı hayattan ve mekândan uzaklaşıp gitme isteğini de içinde barındırır. At; hız, tutku, özgürlük, cesurluk sıfatlarının temsilcisi olması hasebiyle şairin kendi özünün gür sesini dışa vurumu gibidir de:
Kasıklarına boşalmaktadır nal sesleri
Saçları bukleli bir çocuğu öperek uyandıran
İçimize güneşler bırakan nal sesleri
“Evet, İsyan” (1967)
Bedensel bir yalnızlığın sesi duyuluyor sanki bu dizelerde. Belki karamsarlık, belki kötümser bir havanın esintisi ile okşanan bir ensenin yıkıcılıktan uzaklaşmasını sağlayan bir canlının adımları da duyuluyor. At ve insan birbirine yaklaşıyorlar, aralarındaki bedensel temastan ziyade birinin diğeriyle kurduğu duygusal bağ neticesiyle yakınlaşma hissediliyor. Atın adımları ona yaklaşmak isteyen insanın kelimeleriyle görünüyor ve vücut gibidir.
Nal sesleri insanı yine uzaklara götürüyor, uzaklardaki bir çocuğa, daha doğrusu uzaklarda olma ihtimâli bulunan çocuğa. Sanki şair bu dizeleri yazarken çocukluğuna ait hatıraları anımsamış. Nal sesleri uyuyan bir çocuğu uyandırdı belki kim bilir. Onun küçük ayakları gecenin gündüzünde yürüyüp tükenecek bir maceraya davet ediliyor gibi. Tarlanın eşiğinde, su arığının köşesinde dinlenecek bir çocuğun bedeni yorgunluğa düçar oluyor; tekrar gecenin gelmesiyle uykuya dalana kadar. Şairin çocukluğa gidişi, şairin çocukluğu uyandırışı; zihnen çocukluğa çekilmek, hayatı yeni baştan yaşamaya yönelmek belki de. Yüzünü ve bedenini geçmişinden, çocukluğundan ayıramayan, ergenliğin ve yetişkinliğin huzursuz sebeplerinden uzaklaşma hâlini yaşamayı seçmek gibidir:
Gittiler gittiler arasında boğuk seslerin
Tozayan atlarının yelelerine baktılar ve
Sen oldun ve seni gördüm
Eğninde mavi gözlerin vardı
“Seni Olan Yenilgi” (1962)
Şair duyguların bekleme sürecini geride bıraktığını satırlarda işaret ediyor sanki. İnsanın kalbindeki duyguların bir yerden bir yere taşındığını hissettirir. Sert bir rüzgârın, toprağın tozunu göğe kaldırması, hallacın pamuğu savurması gibi oradan oraya tozu taşımasının akabinde gelen dinginliğin tozu yere indirdikten sonra gökyüzünün maviliğini göstermesi gibidir bu dizeler. Ne hissettirir? Tükenmek bilmeyen enerjiyi, boylu boyunca uzanan uyumu, baş ağrısından sonra gelen dinginliği. “Sesler”, “yeleler” ve “gözler” ile sembolleştirilen, aslında hayat ve onun içindekiler gibidir. Belirginleşen, kendini yaşatan duyguların dünyasına masalsı ifadelerle bir okşamadır bu:
Her tanım bir ağı parçalıyor gibi çevremizde
Azgın atlar boşandıkça sesi avlusundan
Uç benim boynumun soytarısı
(…)
Böğrümde Avrupalı atları koşuşturan
Aşkım, tanımım, yanaşmam
“Davun”
Çevre, avlu, Avrupa; şehri, medeniyeti ve aslında herkesi, her şeyi çağrıştıran enstrümanlar… Atlara seslenmek için yüksek ve gür sesle gırtlaktan fırlayan nidalar sanki. “Aşk” ve “yanaşma”, yıkıcılığın içinde huzurun arandığını hissettiren kelimeler. Özgürlük peşinde koşan atlarla insanın ve çevrenin özdeşleştirilmesi, kalabalıklar içinde sevgilinin varlığının düşünülmesi ve ona yaklaşmaya çalışırken farkına varılan yalnızlığın terk edilmek istenmesinin dizeleri. Bir şeyin var olmaklığını düşünürken yaşanmışlıkların verdiği ayık olma hâli ile sahiciliğin sınırlarına yaklaşma gayreti gibi. Şair, insanın kendisinin farkına varmasını, aşkın ve acının yok ediciliğini baştan savmaktadır belki. Buradaki imgeler duyumların temsilcisi, biraz anlaşılmaz, biraz şairin demek istediği şekilde yorumlanamaz; biraz ruh sancısının temsilcisi, biraz ölmemiş olanı aktarmaya dönük ifadeler.
Şair yukarıda geçen dizelerinde genel olarak hem anlam hem de masal dünyasını oluşturmaya ve buralardan seslenmeye çalışmaktadır adeta. Bu yüzden gerçek dünya içinde iki dünya, iki kardeş gibi el ele tutuşarak yürüyormuş hissi verir. Yaşama zorluğu çeken ben için dayanak noktaları oluşturmakta, güçlüklere karşı insanın duygusal yanını okşayarak ve harekete geçirerek direnç göstermesine yardımcı olmaktadır bir anlamda. Atlar ise ben’in yolculuğunda âdeta “koca yürekli” yoldaşlardır.
* Bu yazı okunurken dinlenesi bir müzik parçası tavsiyesi: Dhafer Youssef, “Diwan of Beauty”
https://www.youtube.com/watch?v=05UUwv5c3sE
Betül Sezgin
** Kapak fotoğrafı: Bahar Berber