Belgesel sinema mevcut dünyayı bir veri kabul ediyor ve kuracağı hikâyede bu veriyi mutlak referans kabul ediyor. Kurmaca sinema ise mevcut dünyayı bir veri kabul etmekle birlikte inşa edeceği hikâyede bu verinin dışına rahatlıkla çıkabilecek esneklikte yeni bir zemini önceleyebiliyor. Belgesel sinema ve kurmaca sinemanın temel ayrışma noktasıysa ele aldıkları malzemede belirginleşiyor. Her ikisinin kaçınılmaz şekilde kurmacanın içine doğması ise malzemenin mahiyetine dair bir soruşturmayı zorunlu kılıyor.
Belgesel malzemenin başat niteliği ürkekliği olsa gerek. Yanına yaklaşmak görece kolay; onunla hakiki bağ tesis etmek ise o nispette zor. Meselâ Türk müziği temalı bir belgesel yaptığımızı varsayalım. Elimizde yoğurmak üzere iki ana malzeme olsun: Musikişinaslar ve müzik enstrümanları. Belgeselci için olağan hamle, malzemeyi sarıp sarmalamak, kuşatmak; yani anlamak maksadıyla bir çerçeve içine hapsetmek, anlayamadığı kısımları budayarak terbiye etmek ve günün sonunda ona sahip olmak şeklinde belirir. Böylelikle musikişinaslar, belgeselcinin aktarmak istediği cümleleri kurmak üzere kameranın önünde yerlerini alır, müzik enstrümanları ise belgeselcinin zihnindeki besteyi icraya aracı olurlar. Çünkü film yapmaya değer görülmüş malzeme, bu büyük onur karşısında diz çökecek, belgeselcinin mutlak önderliğinde istifini bozmadan yürüyecektir. Ne de olsa yapım koşulları, teknik yetersizlikler, zaman-mekânla ilgili sorunlar, belgeselcinin karar ve tercihlerinde yeterince haklı gerekçeler sunmuşlardır. Geçit töreninde prangalara mahkûm edilmiş, tahakküm zinciri boynuna dolanmış ama şereflendirilmiş bir malzeme yığını vardır. Âli koltuğundaki belgeselci büyük bir gururla bu temaşayı seyredecektir!
Peki, belgesel malzemeyi bizzat kendisiyle söyleşeceğiniz bir muhatap gibi konumlandırmak tercih edilebilir mi? Malzemenin kendisini olduğu gibi sunma ihtimâli mümkün mü? Belgeselcinin söyletmek istediklerine değil de malzemenin gerçekten ne söyleyeceğine odaklanabilir miyiz? Şayet belgesel malzeme kendini açmaya karar verirse soruların müspet bir cevaba evrileceğini düşünebiliriz. “Kendini açmak” ise belgeselcinin teslimiyetiyle yakından alâkalı. Evet, beklentinin aksine belgeselci, belgesel malzemeye teslim olmalı; ta ki ikili arasında hiçbir çıkar ilişkisine yaslanmayan karşılıksız bir dostluk bağı doğsun. Aksi durumda belgesel malzemeyi sadece kamera toprağına ekilecek bir tohum veya bir tutsak gibi varsaydığınız takdirde, vur ensesine al lokmasını tavrıyla istediğiniz yere savurmak mümkün. Ürkeklikten bahsetmiştim. Belgesel malzemesi, sesinizi ufacık yükseltmeniz hâlinde bile aniden ortadan kaybolabilir; yahut kendini kapatabilir pekâlâ. Unutulmaması gereken, belgesel malzemenin ev sahibi, belgeselcinin misafir kimliğine bürünüyor olmasıdır. Misafir ise umduğunu değil bulduğunu yemelidir.
Belgesel malzemeyi şekillendirilmesi gereken bir hamur gibi görmek yerine malzemenin belgeselciyi şekillendirmesinin altındaki potansiyeli keşfetmek elzem. Aksi durumda malzemeye içkin koca bir dünya kendisini sırlamakta, üstelik muhatabının hadsiz tavırlarını olgunlukla karşılayarak kendisini ona teslim etmektedir. Fakat bu teslimiyet, malzemenin sadece yüzey katmanına ulaşmaya izin verir; malzemenin derin katmanları ise yasaklı bölge misali giriş-çıkışa kapatılır. Böylelikle belgeselci için asıl mesele gündeme gelir: Sığ sularda yüzmek mi, derin sulara açılmak mı? Kafasındaki belgeseli yapmak mı, belgesele konu olan malzemenin öncülüğünde beklenmedik sürprizlerle dolu, kafasındaki sınırları da aşan bir dünyaya adım atmak mı?
Başa dönersek… Mevcut dünyayı bir veri kabul etmek, belgesel ve kurmaca sinemanın kaçınılmaz bir durağı. Ama bu veriyi yoğurmadan evvel onunla kurulacak bağ, belgesel sinemanın hassas karnına işaret ediyor; belki de özgün ve farklı dünyasına…
Murat Pay