Canavarlar korkutur ve cezbederler. Korkuturlar çünkü canavarın amacı ya kurbanını doğrudan midesine indirmek ya da onu kendisine benzetmektir. İki durumda da hem bedensel hem psikolojik bütünlüğümüz tehdit altındadır. Peki, canavarın cazibesi nereden gelir? Canavar güçlüdür, yenilmezdir hatta ölümsüzdür. Küçük çocuklar, dinozorlara bu yüzden bayılırlar. Muazzam boyutlardaki sürüngenler, cüsseleri ve orantısız güçleriyle çocukları büyüler. Canavar, bir “öteki” olarak da şefkat talep eder. Onun yalnızlığı ve dışlanmışlığı da çekebilir bizi.
Masalların vampirleri, kurtadamları; bilim kurgu ve korku edebiyatının mutantları, uzaylıları, zombileri, sinemaya bulaşarak oradan da dehşet saçmayı sürdürürler. Bu arada sinema, kendisi de yeni canavarlar icat etmekten geri durmaz. Soğuk savaş, nükleer kıyamet, evrenin sınırsızlığının ve belirsizliğinin farkına varış… Yeni zamanların canavarları, bu modern paranoya ve korkulardan türemiştir. Godzilla’nın Japonların atom bombası travmasından çıktığı barizdir. Amerikan sinemasının istilâcı uzaylıları aslında Amerika’yı tehdit eden “dış mihraklar”dır. Mutasyona uğrayarak devleşen bütün yaratıklar, bilim ve teknolojinin kontrolsüz yan etkilerinden duyulan korkuyu temsil ederler. Beyazperdenin canavarları, kolektif bilinçdışı endişelerin karnavalı hâline gelir. Bir metafor olarak canavar, sosyo-politik ve psikolojik okumalara açıktır.
Peki, bu yazıya misafir ettiğimiz The Blop nasıl bir korkuyu yansıtıyor? Uzaydan gelen ve yedikçe şişip büyüyen bu jölemsi obur yaratık, ne Drakula gibi soylu/aristokrat ne Frankenstein gibi trajik ne de Kurtadam ya da Kara Gölün Canavarı gibi yabanıl ve karanlık doğanın temsili. Belki de amorf (biçimsiz) olana karşı duyduğumuz korkunun temsili; belki de Julia Kristeva’nın “Abject” kavramının vücut bulmuş hâlidir Blop!
İlk Blop filmi 1958 yılında yapılmıştır (Yönetmenler: Irvin S. Yeaworth Jr., Russell S. Doughten Jr.). Ellilerin B filmlerinin ucuzluğuyla malûl, bu yüzden de sakilliğiyle eğlenceli de bulunabilecek bir filmdir The Blop. Her zamanki gibi şirin bir Amerikan kasabası tehdit altındadır. Uzaydan düşen bir meteordan çıkan jölemsi yaratık önüne geleni yutarak büyümektedir. Genç Steve Mcqueen’in tarifiyle “Sürekli büyüyüp duran bir şeye benziyor(dur).” Neticede gençlerle yetişkinler bu dışarıdan gelen tehdide karşı birleşip yekvücut olacaklar, bu doymak bilmez yaratığı yangın söndürücüleriyle dondurarak alt edeceklerdir. Canavar soğuğa karşı dayanıksızdır. Elbette ölmemiştir, sadece durdurulmuştur. Canavar, paketlenip kutuplara yollanır. Filmin sonunda genç kahramanımızın aslında bir devam filmine kapı açmak için sarf ettiği cümle, küresel ısınmaya dair uğursuz bir öngörü de içerir: “Kutuplar soğuk kaldığı sürece” kimseye bir zararı dokunmayacaktır.
1988 senesinde Chuck Russell tarafından yeniden çevrilir The Blop. Tehdit yine uzaydan gelen bir meteora gizlenmiştir. Ama sonradan anlarız ki buradaki canavar, kontrolden çıkmış bir biyolojik silahtır. Bu kez yeni filmin senaryosunu devlete ve bilime duyulan güvensizlik şekillendirir. İnsanoğlu kendi yarattığı canavarın kurbanıdır; yani Frankenstein kompleksine geri döneriz. Bu seferki The Blop, görsel efektler bakımından daha doyurucu ama elbette daha şiddetli ve rahatsız edicidir.
Peki, Blop neyin metaforudur? Bu biçimsiz musibetin ciddiye alınacak bir tarafı var mıdır? Eğer kendisiyle bu kez bir kurguda değil, çok yakından tanışmamış olsaydık bu filmlere gülüp geçebilirdik. Ama yapışkan, jölemsi canavar, denizlerimizde “müsilaj” kılığıyla görününce ve kendimizi bizzat bir korku/bilim kurgu senaryosunun içinde bulunca bu metaforu kurcalama gereği duyuyor insan… Susan Sontag, Bir Metafor Olarak Hastalık adlı kitabında, The Blop’u kanserden yola çıkan bilim kurgu senaryolarından biri olarak zikreder. [1] Söz konusu olan “Normal hücrelerden güçlü olan ‘yabancı’ veya ‘değişime uğramış’ (mutant) hücrelerin istilası”dır. Kanserin ölçüsüzce yayılması, sağlıklı hücreleri saldırganca kendine benzetmesi, insanoğlunun tabii kaynakları hırsla sömürüp tüketmesini de çağrıştırıyor. Deniz salyası gibi muzır oluşumlar aslında bizim eserimiz… Nefsimizin ölçüsüz hırsları, biçimsiz canavarlarda karşılık buluyor; biz kendi canavarlığımızı dışlaştırıp ötekileştiriyoruz.
Sinemanın yeni icat canavarlarının köklerini geçmişin efsanelerinde bulmak mümkün. Aklıma Tepegöz’ün içinden çıktığı biçimsiz yığın geliyor. Bu yığının ortaya çıkmasına sebep olan da bir çobanın haddini aşması değil miydi?
İki Blop filminde de benzer bir sahne vardır: Sinemada modası geçmiş bir korku filmini izleyen seyirciler, salona sızan yeni dehşetten habersizdirler. İçinde bulunduğumuz da bu durumu andırmıyor mu? Peki, şimdi film nasıl bitecek, canavarı el birliğiyle alt edebilecek miyiz? Onu şimdilik yensek de geri dönme ihtimali olmayacak mı? Elbette canavarlar hep pusuda olacak, haddi aştığımızda ortaya çıkacaklar. İçimizdeki canavarla yüzleşmeye, hesaplaşmaya ve ona karşı uyanık olmaya devam ettikçe paçayı kurtarma şansımız var.
Ümit Yaşar Özkan
[1] Susan Sontag, Bir Metafor Olarak Hastalık, çev. Dr. İsmail Murat, İstanbul: BFS, 1988.