İstanbul, daha çok Türkiye özelinde, her türlü sanatın ve dahi sinemanın, her dönemde vazgeçilmez bir unsuru. Bazen fondan ibaret, bazen romantik bir siluet, bazen de nefes alıp veren capcanlı bir yaşamalanı. Peki böyle bir şehrin fethine dair ayrıntılarla kendisinin konu kılındığı filmlere bakıldığında, nasıl bir manzarayla karşılaşılır?
Bu kategoride, rağbet görmeyip yayından kaldırılan bir-iki dizi, bir animasyon, bir çizgi film ve tanıtım amaçlı çekilenler hariç dört filmden sözedilebilir: 1913 Fransız yapımı Bizans’ın Istırabı (L’Agonie de Byzance), 1951’de senaryosunu Aydın Arakon’un yazıp yönettiği İstanbul’un Fethi, 1997’deki Kuşatma Altında Aşk ve 2012’de çekilen Fetih 1453.
1955’te İtalyan Venturini stüdyosu ve Türk film şirketlerinin çevirecekleri, rejisörlüğünü Fransız Poitiers ve Münir Hayri Egeli’nin yapacağı, Fatih rolünü de büyük ihtimalle Amerikan artisti Frank Lattimore veya Rosano Brazzi’nin oynayacağı bir İstanbul’un Fethi filminden ve senaryosu üzerinde Roma’da yapılan çalışmaların sonlandığından bahseden bir haber de vardır.[1] Buna rağmen sonrasında filmin çekildiğine dair herhangi bir bilgiye rastlanmaz.
Şehre Bir Tarih Düşmek
Bu filmlerin çekilmesine ve birçok farklı deneyime zemin hazırlayan fethin, tarihi serüveni de ilginçtir. II. Abdülhamid’in Rumları gücendirmemek için kutlamadığı İstanbul’un fethi, ilk kez II. Meşrutiyet’in ilânının ardından İttihat ve Terakki döneminde, 1910’da kutlanır. Bunu, 29 Mayıs 1914’teki takip eder. Ancak 500. yıldan sonra her yıl yapılan bir faaliyete dönüşür. 29 Mayıs Rumi takvime göredir ve aslında Miladi 11 Haziran’a denk gelir. Yahya Kemal de bu duruma farklı bir yerden bakarak şunları dile getirir:
“Yazık ki bu sene-i devriyeyi hicrî takvimle tam mevsiminde idrak kabil değil, yoksa zevkine büsbütün doyulmazdı; çünkü takvimlerin dini, imanı, vicdanı var; meselâ sene 857 deyince İslâm’ın İstanbul’a girdiğini hissediyoruz, bu rakamda anlı şanlı bir tınnet var; 1453 deyince bilakis Bizans’ın Türklere mağlub oluşu idrak olunuyor, bu rakamda bilâkis bir can çekişme, bir ufunet, bir günlük kokusu var. Bu rakamların biri Müslüman, biri değil!”[2]
Pek bilinmeyen Louis Feuillade’ın yönettiği Bizans’ın Istırabı filmi, bu konuda yapılmış ilk film. “Osmanlıların Hıristiyan egemenliğine son verdiği Konstantinopolis’in yıkılışı”nı konu edinir. Henri Février’nin bir senfonik müzik bestelediği yaklaşık yarım saatlik filmde, Hıristiyan dünyasının terk ettiği Bizanslılar, kadınların esir pazarında hunharca satılması, kralın başının kesilerek Fatih’in önüne konması gibi mevzular işlenir ve Fatih bir cani gibi gösterilir.
500. yıl etkinlikleri kapsamında, dönemin hükümeti ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin katkıda bulunduğu; Türkiye’de bir ilk, dünyadaysa ikinci sıradaki İstanbul’un Fethi filmi bu kaderi ne kadar değiştirebilmiş acaba?
Siyah-beyaz film, Türk sinemasının ilk yüksek bütçeli filmlerinden biri olarak döneminde 92 bin liraya çekilir. Geniş bir oyuncu ve figüran kadrosuna sahip filmde, Fatih Sultan Mehmet’i Sami Ayanoğlu, Ulubatlı Hasan’ı Turan Seyfioğlu, Çandarlı Halil Paşa’yı Reşit Gürzap, İmparator Konstantin’i Cahit Irgat, Molla Gürani’yi Sait Yaşmaklı canlandırır. Atlas Film’den çıkan filmin yapımcılığını Murat Köseoğlu ve Nazif Duru, müziğini Nedim Otyam, dekorlarını da Saim Bilge üstlenir.
İmkânsızlıklarla Savaşır Türk
Filmin açılışında Fatih, dökülmesini emrettiği topları kontrole çıkar. Ardından Bizans’a düzenleyeceği sefer kararını ve planının ayrıntılarını etrafındakilerle istişare eder. Çandarlı Halil Paşa gibi isimler Bizans’a yapacağı bu sefere, yeni bir Haçlı ordusu korkusuyla muhaliftirler. Film boyunca da onun hainliğinin ortaya çıkarılması sözkonusudur. Ayrıca kuşattığı şehirde neler olup bittiğini öğrenmek üzere Ulubatlı Hasan, Hızır ve Mustafa’yı oraya gönderir. Bursalı bir aileden yardım alırlar. Bu sırada Bizanslı birkaç adam da şantaj için Hızır’ın sevdiği kızı Sarıca’nın kızı Fatma’yı kaçırır ve tuzak kurup Türklerden ikisini yakalar. Kuşatma için geri gelen Hızır hem arkadaşlarını hem de sevdiği kızı kurtarır. Aynı vakitlerde muhasara iyice ağırlaştırılır ve sonunda gemiler karadan yürütülüp şehir ele geçirilir.
Filmde, iki kumandanın askerlerine yaptığı savaş konuşmasına yer verilir. Fatih, mücahidin-i din için bu beldeyi açık bir şehir hâline getirmeleri ve parlak bir cenk için birbirlerini cesaretlendirmeleri gereğini dile getirip parlak cengin esaslarını amirlere itaat, fena hareketten sakınma ve iman şeklinde ortaya koyar. Konstantin de cesaret ve kumandanlara itaatten sözederken topraklarını korumaya çalışan yiğit bir komutan olarak resmedilir. Bu da, tarafsız bir bakış açısı ortaya konulmaya çalışıldığını düşündürür. Yalnız, Bizans halkının kilisedeki ayin sahnelerine, dualarına uzunca yer verilirken Fatih’in topraklarında yaşayanların hâlleri, o sırada neler yaptıkları görmezden gelinir, hatta onlara hiç yer verilmez bile.
Arakon, senaryosunu elden geldiğince gerçeklere dayandırmak için gösterdiği gayreti, bu konuda okuduğu kitapları üst üste koyarak çektirdiği bir fotoğrafta sergiler; kaynakları, kendi boyundan (1.78) daha yüksektir.[3] Filmdeki bu hassasiyet belli yerlerde farkedilse de, bazı önemli noktalara değinmek gerekir. Örneğin sancağı kaleye diken kişi Ulubatlı Hasan şeklinde sunulmakta ama aslında Mehmet Balaban Bey’dir. Filmde papaz efendi, Kral Konstantin’in neredeyse bütün sırlarını, kaleye nereden ve nasıl gireceğini en ince ayrıntısına kadar bilir ve bunları Osmanlı askerlerine aktarır. Sanki bu destek sağlanmasa fetih de gerçekleşmeyecektir. Hâlbuki Bizans halkının kendi imparatorluğundan gördüğü zulümlerden yakınması ve Osmanlı’nın bazı faaliyetlerine göz yumması, böylesine ciddi yardımlar yapıldığı anlamını taşımaz.
Hızır ile Fatma’nın aşkı da, derinliksiz, öylesine bir ayrıntı şeklinde sunulur. Bizans’a gittiklerinde Türklerin evlerine sığındıkları karıkocayla aralarında geçen konuşmalarda ve bazı diyaloglarda da özensizlikler görülür. Meselâ lâlânın “Bu kaleyi tabiat koruyor. Güçlükler yenilebilir ama tabiat yenilmez.” şeklindeki ifadeleri izleyicideki gerçeklik hissini zedeler. Bu cümleler, lâlânın kurduğu tuzağı belirginleştirme görevi göremezken aynı zamanda filmin sonunda Fatih’in önüne güller atan kadınlar gibi afaki bir yorum izlenimi uyandırır.
“Ey Şanlı Ordu, Ey Şanlı Asker”
1950’de, Akşam gazetesinde yer verilen bir haberde muhabir, filmin çekimlerine katılır. Tam da zindanda çekilen sahneye denk gelir. Kadının üstü başı yırtık pırtık, sırtında kamçı izleri… Suçlarını itiraf edinceye değin kamçılanan mahkûmlar… Sahne bitiminde bunlardan birinin yanına yaklaşıp sorular sorar. Figüran bir kundura boyacısıdır ve 5 lira yevmiye alır. Sonra kırbaçlanan kadının yanına gidip sırtını göstermesini ister, parmağıyla dokununca ruj lekesini farkeder ve şaşırır. Onun kırbaçlanmasının günlük maddi bedeli de 25 liradır.[4]
Bu zindan sahneleri gibi, filmin sürekli karanlık ve akşam vakitlerinde çekilmesi seyirciyi yoran ve görüntüyü zayıflatan unsurlardır. Bunların yanısıra surların 50’lerdeki manzarası, ayin sahnelerinde Ayasofya’da çekilmiş etkisi verilmeye çalışılması, birkaç yerde kukla kullanımının tercih edilmesi ve dönemin şartlarına rağmen yakın planda gemilerin karadan geçirilmesi gibi görüntüler filmin dikkat çeken noktalarından. Oyuncunun Fatih’e benzetilme gayreti de öyle. Tek sorun, Ayanoğlu o sırada 38 yaşındadır.
Filmin belki de en önemli hususu, müzikleridir. İlk özgün film müziği denemelerinin yapılmaya başlandığı yeni bir döneme adım atılır.[5] Nedim Otyam’dan çekimi yeni bitmiş filmin müziklerini yapması istenir. Atlas Film stüdyosunun platosuna brandalarla, dekor merdivenleriyle bir ses odası yapılır ve Türkiye’de ilk defa 45 kişilik orkestra ve 200 kişilik askerden oluşan bir koronun da bulunduğu ses çekimini Şadan Kamil gerçekleştirir.[6] Otyam bunu şu şekilde ifade eder: “İlk film müziğimi İstanbul’un Fethi filmi için yaptım. Senfonik orkestrayla yapılan ilk özgün film müziğiydi bu. Daha önce uygulamalar yapılmış, sırf film için yapılmış özgün film müziği yok o tarihe kadar.”[7] Senaryosuyla, yönetmeniyle, çekim özellikleriyle, oyuncularıyla bütünleşen, büyük bir orkestra ve koro kullanarak “o film” için bestelenmiş özgün ve özel bir müzik için çalışılır. Otyam şöyle devam eder: “Çok büyük zorluklar çektik, bir kere istediğim orkestra yoktu. İstanbul’da o zaman sadece Cemal Reşit Rey’in idare ettiği yaylı sazlar orkestrası vardı. Oradan bazı enstrümanları alabildik, birçoğunu alamadık fakat piyasada Beyaz Ruslar vardı, onlar geldiler. Nefesli sazlarıysa -Şehir Bandosu’ydu o zaman adı- oradan yardım rica ettim, onlar arkadaş verdiler. Böylelikle birbirini tanımayan kişilerden kurulu 45 kişilik bir orkestra kurduk. Sesin kaydı önemliydi. Kaydetmek için ilk sesi alacak olan arkadaş da ne olacak diye endişeliydi. Dekor merdivenleriyle bir kapalı alan yapıldı. Bunun için gemi brandaları getirdiler. O gemi brandalarıyla platonun ortasını örttüler, böylece bir ses stüdyosu oluşturuldu. Bunun üzerine ben filmi izleyerek seslendireceğim dedim. Bu da çok yeni bir şeydi çünkü ondan evvel film bitiyor, dublaj yapılırken arkasından plak koyup gidiyorlardı.”[8]
Bir Fetih Filmi Bekleniyor!
Ayrıca bu film, yapımcıların yollarının ayrılmasına da sebep olur. Metin Duru’nun anlatımına göre, Nazif Duru ile Murat Köseoğlu ortaklığındaki sorunlar İstanbul’un Fethi filmi sırasında ortaya çıkar. “İstanbul’un Fethi o zamanın süper prodüksiyonu: 92 bin liralık bir film! Murat Bey, böyle bir işe girmek istemiyor, babam da ondan habersiz başlatıyor çekimleri. Sonuç o dönem için çok olumlu oluyor. Birkaç film daha geçince sorunlar artıyor, babam stüdyoyu genişletmek istiyor. Murat Bey ise çok temkinli. Sonunda bunlar kopuyorlar. (…) Böylece Atlas Film, Nazif Duru’da, stüdyo Murat Köseoğlu’nda kalıyor. Akın Sineması ise babamda bırakılıyor. Filmler arasında bir bölüşüm yapılıyor. Yarı yarıya.” Metin Duru paylaşmanın böyle yapılışının babasının zararına sonuç verdiğini de ifade eder: “Ayrılmalarının hemen ardından DP bir devalüasyon yapmıştı, daha önce yılda 5-6 filmin yapıldığı stüdyo, bir anda film kabul edemez hale geldi.”[9]
Nebat Yağız, Memduh Ün’ün bazı filmlerin gösterimleri için 5 yıldız üzerinden yaptığı oylamaları sunar. Yoğun ilgi gördüğü söylentilerine ters şekilde, İstanbul’un Fethi filmi karşısında sadece tek bir çarpı, yani bir yıldız yer alır.[10] Tarihi filmlerin yükselişe geçtiği 1970’li yılların başında film yeniden gün yüzüne çıkar ve 1971’de bir restorasyon çalışmasıyla renklendirilerek bozuk sesler yeniden seslendirilir, 3000 metrajdan 2650’ye indirilir. Milliyet’in haberine göre film, 28 Mayıs 1977’de tekrar gösterime girer.[11]
Diğer fetih filmlerine de kısaca değinilirse, yönetmenliğini Fatih Aksoy’un üstlendiği, 17 milyon dolarlık bütçesiyle İstanbul’un Fethi gibi Türk sinemasının en pahalı filmlerinden Fetih 1453, 1451-1453 yılları arasında geçer. Daha çok bir Hollywood yapımını andıran savaş sahneleriyle dolu filmde, Hz. Muhammed’in hadisi üzerinden bir cihan imparatorluğu kurulması ve Osmanlı topraklarının bütünleştirilmesi konusuna ağırlık verilir. Aynı şekilde Kuşatma Altında Aşk filmi de Arakon’unkiyle pek benzer yanlara sahip değildir. Arka planda devam edip giden muhasara altında bir aşk filizlenir ve ölümle noktalanır. Yine burada da Fatih, zalim bir hükümdardır ve filmin sonunda boğdurmadığı kimse kalmaz.
Netflix dağıtımıyla İstanbul’un fethini ve Fatih’i konu alan Osmanlı Yükseliyor adlı dizide de Fatih’i oynayan oyuncular karakteri hiç yansıtamamış ve maneviyattan zerrece pay almamış bir oyunculukla serâpâ hırs abidesi bir hükümdarı canlandırmışlar. Game of the Thrones’u aratmayacak görüntüleriyle bu belgesel dâhil tüm bu filmler bir yana, hâlâ yeni ve her yönüyle tarihi canlı ve doğru şekilde aktaracak, sadece savaş sahnelerine yaslanarak seyircideki kahramanlık dürtülerini coşturmanın ötesine geçebilecek, halktaki etkilerin de hesaba katıldığı, o ân yaşanılanların ve hislerin bugünkü seyircide karşılık bulabilmesine zemin hazırlayacak bir fetih filmi bekleniyor.
[1] Taha Toros Arşivi, Dosya nr. 2/A-Albert Gabriel.
[2] Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul, 11. baskı, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 2008, s. 63.
[3] http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/aydinarakon.html (erişim: 18 Şubat 2019).
[4] Cemaleddin Bildik, “İstanbul’un Fethi Çevrilirken”, Akşam, 31 Temmuz 1950.
[5] İrfan Erdoğan ve Pınar Beşevli Solmaz, Sinema ve Müzik: Materyal Satış ve Bilinç Yönetimi için Bilişselin ve Duygusalın Oluşturulması, Ankara: Pozitif Matbaacılık, 2005, s. 113.
[6] Erdoğan ve Solmaz, Sinema ve Müzik,s. 114.
[7] Mehmet Mustafa Kaya, “Sinemada Müziğin Kullanımı”, Doğuş Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2016, s. 83.
[8] Erdoğan ve Solmaz, Sinema ve Müzik, s. 115.
[9] Taha Toros Arşivi, “Duru Ailesi”, Hürriyet, 26 Ekim 1991.
[10] Nebat Yağız, “Türkiye’de Gösterilen Mısır Filmlerinin Türk Sinemasına Etkileri”, Sosyal Bilimler Dergisi, yıl 2, sayı 3, 2015, s. 97.
[11] Çağla Derya Tağmat, “Fetih Derneği ve İstanbul’un Fethinin 500. Yılı”, Tarih Külltür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, vol 3, nr. 4, 2014, s. 7.
Ayşe Yılmaz
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.