1937 yılında Afyon’da doğan Yücel Çakmaklı, üniversite okumak için İstanbul’a gelirken gönlünde yatan, sinemacı olmaktır. Set işçiliğinden, sinema yazarlığı ve yönetmen yardımcılığına kadar birçok işte çalışıp engin bir deneyim elde ettikten sonra bir edebiyat uyarlaması olan Birleşen Yollar ile ilk filmine imza attı. Sinemanın kitleleri etkileyen gücünü keşfetmek, onu, değerlerimizin yansıtıldığı, nazara verildiği milli bir sinemaya yönlendirdi. Mevcut sinema anlayışında bunun eksikliğini görüyordu çünkü. Bu heyecanıyla etrafındaki insanlara da öncülük etti ve sayısız yapımda büyük emeği geçti. Memleketim (1974) filmi neredeyse didaktik bir boyutta bu ideallerin tezahür ettiği bir yapım.
Yücel Çakmaklı, sinemayı, fikirlerini rahatça ortaya koyabileceği bir kürsü olarak görür, bu filmde neredeyse sanatın dolayımına hiç girmeden yerlilik ve gelenekle ilgili düşüncelerini doğrudan görsel dile aktarır. Necip Fazıl’ın tiyatro oyunlarını, Kemal Tahir’in ve birçok romancının eserlerini birer kürsü olarak kullanmaları gibi, Çakmaklı da filmini bir kürsü olarak kullanır ve fikirlerini açıklamak için sinemasını milli duyguların hizmetine sunar diyebiliriz.
Ülkenin şuursuzca batılılaşma macerasına atılışının analiz edildiği filmde, milli olanla yabancı olanın temsilcileri Viyana’da tanışan iki Türk: Ahmet ve Leyla.
Leyla. Batılılaşma budalası zengin bir İstanbul ailesinin biricik kızları olarak kolejden sonra Klasik Batı Müziği eğitimi için Viyana’ya gönderilir; kendi kültürümüzden bütünüyle bihaberdir. Türk/ yabancı bütün arkadaşları Batılı müzik idollerini dinlerler; Leyla’nın odasında Bob Marley posteri vardır. Evlerde toplanıp uyuşturucu içer, cinselliklerini serbestçe yaşarlar. Türklüğü hakkında da bir fikri yoktur, hatta fantezi olsun diye yeni tanıştığı birilerine Afgan kızı olduğunu söyler; çünkü ona göre Batılıların nezdinde Türk, Afgan ya da Afrikalı olmanın bir farkı yoktur. Leyla’nın annesinin de arkadaşıyla sadece alışveriş için Paris’e gelmesi, sonra Leyla’ya uğramaları ailece Batıcılığın seviyesini pekiştirir.
Mehmet. Annesi bir köylü kadını olan Mehmet, Erzurum’un bir kasabasında doğmuş, İstanbul Üniversitesi’nde Tıp Fakültesini bitirmiş ve ihtisas bursuyla Viyana’ya gelmiştir. Leyla’dan hoşlanmakta fakat çoğu Türk erkeği gibi onu değiştirmeye çalışmaktadır. Kendine uygun bir kız bulmak yerine, karakteri tamamen zıt birine âşık olup onu istekleri doğrultusunda yeniden inşa etme arzusu gelenektir çünkü. Bir kızın hoppa, züppe ve senin değerlerinden çok uzak olduğuna inanıyorsan ondan uzaklaşır, gönlüne göre birini bulursun ama hayır, aslında kendi inandığı değerlerle mücehhez kızları küçümsemek ve beğenmemek de okumuş kimi adamların adetidir ki filmde bu güzel yansıtılmış.
Mehmet “uyuşturucu madde alışkanlıkları ve karakter formasyonları arasındaki ilişki” üzerine yazdığı tezde, gençleri özgür görünümlü, uyuşturucu kullanan, yan gelip yatan, işe yaramaz insanlar olarak tasvir ederken onlarla birlikte yaşayan Leyla’ya “Sen onlardan biri gibi değilsin.” diyor meselâ. Aralarında tıpkı Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanındaki gibi alaturka/ alafranga müzik tartışmaları yaşanır. Mehmet Viyanalı Avrupalı gençlerle de tartışır. Onlara Batı’nın kötülüklerinden dem vurunca, “Tam tersine, üstün olmasak ihtisas için buraya gelmezdin.” deyiverir bir Alman. Cevap gecikmez: “Asıl siz İbni Sina’dan etkilendiniz, Avrupa yedi asır boyunca Endülüs’teki üniversitelere talebe yolladı, Haçlı Seferleri sırasında Doğu’nun ilmini aldınız, kğıdı bile biz bulduk.” Ülkelerinde sadece fabrikada, temizlik işlerinde, madenlerde işçi olarak görüp tanıdıkları Türklerden birini uzmanlık için burs alıp gelmiş bir doktor olarak görmek Batılı gençleri şaşırtmıştır. Birinin “Kültürümüzü ülkenize taşıma misyonunuz var.” sözü üzerine, Mehmet’in “Batının fennini al ama ahlâkını alma.” klasik düsturuyla cevap verdiğini görürüz, “Hayır, kültürünüzü değil, sadece bazı bilgilerinizi almaya geldim.” der muhatabına.
Sonra bir anda beyaz perdeden geçen Türkiye haritası ve Atatürk resimleri eşliğinde Mehmet, Leyla’ya Dede Efendi’den bir parça dinletmeye başlar. Türk müziğini öğrenmeden Bach ve Strauss öğrenmesi çok saçmadır çünkü. Sonunda Leyla ile birbirlerini değiştirme azmi içinde sevgili olurlar ve önce Leyla’nın isteğiyle Mozart’ın şehri Salzburg’a gidilir. Caddelerin, otellerin, çikolataların ve daha birçok şeyin adı Mozart’tır.
Sonra Mehmet’in Türk İslâm kültürüne dair seferinee çıkılır birlikte. Budapeşte, Tuna Nehri kıyıları, Belgrad ve Kosova’da medeniyetimizin izleri sürülür. Sonuçta Mozart’ın evinden ve hatırasından başka şeyler de vardır Avrupa’da. Geçmişle övünmenin artık yeni nesillere yeterli gelmediği bir zamanda yaşıyoruz ve uçlara savrulmak mukadder. Batı’nın her şeyine hayran olan Leyla da Mehmet’in ecdada dair fetih ve hatıralarla övünmesini şovenlik olarak görür. Tezini savunarak uzmanlığını alan Mehmet, artık Türkiye’ye dönmekte kararlı davranınca buna razı olmayan Leyla ile yolları tren garında ayrılır. Leyla eve dönerken çalan kilise çanları manidar: Yönetmene göre Mehmet yurduna koşmakta, Leyla ise yabancı bir yeri yuva yapmaya çalışarak abesle iştigal etmektedir.
Yeşilçam sineması formatlarında çalıştığını ve biçimi değil özü ve mesajı önemsediğini söyleşilerinde dile getiren yönetmen, Batı değerlerini bir de Leyla’nın yakın arkadaşı Helga üzerinden gözler önüne serer. Helga’nın zengin babası, bir işçi çocuğu olan erkek arkadaşıyla evlenmesine izin vermez ve kızın intiharına sebep olur. Babasını ve ağabeyini hastaneden kızın ölüsünü teslim almaya çağıran Leyla’nın “Gerekli defin işlemleri yapılsın, faturayı bize yollasınlar.” şeklinde olumsuz cevap alması şok edicidir. Yönetmene göre sevgi, şefkat ve bir evlâdın cenazesine olsun gelmek yoktur Batı kültüründe. Sonradan gelip Leyla’yı nezaketiyle, parasıyla etkileyen Helga’nın ağabeyi kültürlerini şöyle açıklar: “Helga güçlüler cemiyetimize karşı geldi ve yalnız kaldı. Biz kötü insanlar değiliz. İçinde bulunduğumuz sistem çok acımasız ve duygusal bağlara izin vermiyor, toplum bunun üzerine kurulu. Çarkın durmaması, işlemesi lâzım.” Leyla ile Helga’nın abisi evlenmeye karar verirler; kilisedeki düğünlerinde Leyla birden bu kadarına dayanamayacağını anlar; gelinlikle kiliseden kaçarken muhayyilesinde ezanlar okunmaktadır. Bu sefer tek başına Balkan turuna çıkar ve Kapıkule’den Türkiye’ye giriş yapar. Bu esnada Ayten Alpman’ın “Bir başkadır benim memleketim” şarkısı çalar. Zamanın bütün yurtseverlik malzemesi bir şekilde filme girmiştir. Leyla’yı Selimiye Camii’ni başörtülü olarak gezerken görürüz. Ona bunları öğretmedikleri için çok kızgın olduğu ailesinin köşkü yerine namaz kılan, oruç tutan mütedeyyin babaannesinin evine gider. Burada da bir üstattan Klasik Türk Müziği dersleri almaya başlar. Annesiyle aralarındaki konuşma:
“Ne yaptık biz sana, neden evine gelmiyorsun?”
“Hiçbir şey yapmadınız, bütün mesele de bu, hayattaki en değerli şeyleri vermediniz bana.”
Belki de Yeşilçam seyircisinin beklentileri doğrultusunda kahramanlar bir uçtan bir uca savrulmak zorundaydılar. Aradaki farkların ortaya çıkması için aklar ve karalar dünyasının yaratılması elzemdir. Yeşilçam’ın “iyiler çok iyi, kötüler çok kötü” formu burada da işler.
Anne babasının evlilik yıldönümü partisine katılan Leyla, herkes ondan aldığı eğitim gereği piyanoda klasik bir Batı eseri çalmasını beklerken, “Yine bir Gülnihal” parçasını çalarak herkesi hayâl kırıklığına uğratır ve akabinde bu sosyetik tabakanın cahilliğine dair bir manifesto çeker. Itri’yi, Dede Efendi’yi, Şakir Ağa’yı Beethovenlara Bachlara tercih ettiğini haykırır: “Geçmişe sahip çıkmayan, kendi değerleriyle gurur duymayan ileri gidemez. Avrupa’da yaşayanların kendi değerlerine yabancılaşması affedilebilir ama siz kendi yurdunuzda toplumdan kopmuşsunuz. Benliğinize yabancılaşmış, öz değerlerinizi kaybetmişsiniz.”
Neden karakterler düşük profilli ve sahneler sakin olmuyor, meselâ Leyla karma bir seçkiyle evrensel duruşunu ortaya koyamıyor da, illa keskin bir kutupta yer alması gerekiyor? Bu kendi kültürümüzün fazlasıyla -hem de devlet eliyle- aşağılanması yüzünden, o zamanlar iyi, güzel ve doğru olanı ortaklaştırma ve dünyanın her yerindeki güzelliklere açık olmak olgunluğunun henüz yeşeremeyişinin göstergesi. Oysa bu zamandan bakınca bir tarafın yerle yeksan edilmesi, keskin sirke misâli küpüne zarar.
Sonunda Erzurum’a, Mehmet’e doğru yola çıkan, karda kıyamette tren ve kızaklarla onun evine ulaşan Leyla, karısı ve iki küçük çocuğuyla karşılaşır. Güzel, eski usûl kerpiçten bir Erzurum evi, sade eşyalar…. Mehmet’in eşi dikiş bilen, güzel yüzlü, kasabalı bir ev hanımı. Yönetmenin diğer filmlerindeki gibi bir kez daha ideal kadın profili karşımıza çıkar: Anadolu’nun saf, bakir, temiz yüzlü kızı. Dikiş makinesi de becerikliliğinin göstergesi. Mehmet, küçük kızının adını Leyla koymuştur ve hoppa bir okumuş kız eşi olmayınca yerine daha düzgün (!) başka bir okumuş kızı, meselâ bir öğretmen hanımı ya da başka bir doktor eşi tercih etmemiştir.
Almanya’ya dönüp Türk okulunda öğretmenlik yapan, dilimizi ve değerlerimizi öğreten Leyla, artık modern zamanların Çalıkuşu Feride’si, muteber bir kadın olur. Sonra hemen Anıtkabir ve bayrak görüntüleri. “Başka bir aşk istemem aşkınla çarpar kalbimiz/ Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz” marşı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk bile görünüyor filmde. Uçak gösterileri, bir Cumhuriyet Bayramı’ndan görüntüler, bayraklar, tanklar… Bir kadın yönetmen olsa belki bu noktada mor sümbüllü dağları, ovaları, nehirleri, koşan çocukları, eğlenen gençleri çekerdi, kim bilir… Filmde milli ve dini değerlere dair bütün fikirlere, öğelere üst üste yer verilmiş, okullarda gösterilmesi gereken bir eğitim filmi gibi olmuş keskin hedefiyle. Film boyunca “Sinema, düşüncelerimizi aktarmamız, kitleleri etkilememiz için bir imkân” fikri tamamen baskın.
Çakmaklı kendi döneminin koşulları içinde okumuş, şehirde varlık bulmaya çalışan kadınlara nazar etmiş ve onların hakikatine eğilmek istemiştir; bu başlı başına dikkate değer bir gelişmedir. Çünkü zamanın filmlerinde kadınlar; ezilen, birçok kötülüğe maruz kalan, yaşam biçimi dikte edilen, köyden kasabaya göçme eğiliminde bir profil çizerler. Bu yönüyle Viyana’ya kadar giden bir kız, dönemine göre ileride bir algılamadır. Fakat milli sinemada da akış daha oylumlu, açık kapılar bırakılan; algıların, düşüncenin ve duyguların inceldiği, biçimin öz kadar önemli olduğu yapımlara doğru gidiyor artık. Deneyimlere kıymet vererek, yeni zamanda yeni yollar da açmaya çalışarak ilerlemesi gerekiyor sinemamızın.
Yıldız Ramazanoğlu