

Gazze’de neredeyse iki yıldır süren katliamların, yakın gelecekte Müslüman sinemacıların film yapma eylemlerini kökten etkileyeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Meseleyi salt politik bağlama sıkıştırmak isteyen sığ sulara girmeden Gazze soykırımının, Müslümanların yaşadığı ortak bir tecrübeye dönüşerek sinemacılar üzerinde derin tesirler bırakacağının altını çizmek isterim. Anlık tepkileri, duygusal çıkışları sinemayı sadece politik konuları tartışma ve çözüme kavuşturma aracı gören yaklaşımları, bu saydıklarımın yol açtığı aceleci çözümleri dışarıda bıraktığımı; zayıflık ve acizlik üzerinden yürütülen mağduriyet edebiyatına, hamasetten kurtulamayan kahramanlık anlatılarına mesafeli durduğumu baştan belirtmeliyim. Çünkü Gazze’deki soykırım, Müslüman coğrafyanın yüzyılı aşkın süredir siyasi, iktisadi ve kültürel alanda Gazze’nin bugünkü hâline benzer bir kadere mahkûm edilmek istendiğini kamuoyuna aşikâr etmesi bir yana, Müslümanların farklı ölçeklerde dünyanın dört bir tarafında, Arakan, Doğu Türkistan, Suriye ve Sudan gibi yerlerde yaşadığı zulmün Müslümanlarca idrak edilmesini de hızlandırdı. Kısaca Gazze, Filistin topraklarını aşan bir hikâye inşa etti. Tıpkı 90’lı yıllarda Bosna’da yine Müslümanlara karşı girişilen Srebrenitsa soykırımında olduğu gibi.
Bir sinemacı olarak Gazze’nin, kendisine şahit olan herkesi dönüştüren bir hikâyesi olduğunu zihnimde iz bırakan dört sahne üzerinden anlatmak istiyorum. Öncelikle hepimiz birer “seyirci”yiz; seyirci kelimesini mecazen değil, gerçek anlamıyla kullanıyorum. Gazze hadisesine dönük tecrübemizi ekseriyetle televizyon ve sosyal medya vasıtasıyla seyirci kimliğimiz üzerinden ediniyor ve çoğaltıyoruz. Dolayısıyla görüntü birimi olarak sahnelere referans vererek ilerlemek, ekran-seyirci rabıtası açısından düşünüldüğünde aykırı bir durum olmasa gerek. Sahnelerin yönetmenlerini, kameramanlarını tanımadığım gibi ne daha önce çektikleri bir filmi seyrettim ne de çektikleri bu sahnelerin öncesi veya sonrasına dair ek bir görüntüyle muhatap oldum. Farklı sahnelerin aynı hikâyenin anlatıcısı olduklarını gözlemledim sadece. Günün sonunda da perdeye bir Gazze filmi yansıdı.

İlk sahne büyük yıkıma dair. Burada bombalarla tamamen dümdüz edilen bir sokakta göç eden insanlar görülüyor. Bir yerden uzaklaşmanın çaresizliği bir başka yere varacak olmanın umuduyla el ele. Daha ziyade yaşlı, kadın ve çocukların yer aldığı bu sahnede birden çok kahraman var ve her kahramanın yüzünde ayrı bir hikâye gizli. Objektifin ölçek genişliği, uzaktan bir çekim olması hasebiyle sahnede yer alanların öznel hikâyelerine girmemizi zorlaştırıyor. Bunun yanında dramatik merkezin yürüme eyleminde kalması, öznel hikâyelerin yükünü çerçevenin dışına taşan bir zemine kaydırıyor. Seyircinin bu sahne ile ilk karşılaştığında Hollywood’da kurulmuş, dijital efektler aracılığı ile hazırlanmış büyük bir prodüksiyonla karşı karşıya olduğunu zannetmesi ise düşündürücü. Ama asıl vurucu soru şu: Neden bu sahnenin gerçek olduğuna inanmakta zorluk çektik?

İkinci sahne büyük yıkımın küçük bir kahramanına odaklanıyor. Bir genç kız enkaza dönmüş evinden yokuşu tırmanarak uzaklaşırken arkasında tekerlekli sandalyesiyle ilerleyemeyen birisini fark ediyor. İkileme düşüyor önce. Hızlı bir kararla yardımı tercih ediyor ve tekerlekli sandalyedeki çocuğun yanına dönüyor. Kızın yaşadığı ikilem ve ortaya koyduğu erdem dramatik kurulum açısından sorunsuz bir işleyişe sahip. Sırtında manevi yükle yürümekte zorlanırken fiziki engelinden dolayı yürüyemeyen birisine çaresizce yardım etme mecburiyetinin derinlerde yatan fedakârlık duygusuyla irtibat kurması fazlasıyla sarsıcı. Saf bir erdemle karşı karşıyayız bu sahnede. Küçük kızın gözyaşlarının yerle buluşması acının bir imgesi olmaktan sıyrılıyor; iyinin her daim galip geleceği bir anlam katmanına atıf yapıyor.

Üçüncüsü ise hazmetmesi çok zor bir sahne. Burada hastanenin bombalanması akabinde yatağında yanan bir hastanın alevler arasında ellerini hareket ettirmesi görülüyor. Kısa ve etkili bu sahne seyir açısından gözün tahammül edemediği bir yüke dönüşüyor hızlıca. Bundan olsa gerek, göz kaçamaklar yaparak ekrandan uzaklaşmayı tercih ediyor her seferinde. Tarifsiz biçarelik hissi derin umutsuzlukla birleşiyor, seyircinin el-ayağının boşalarak bulunduğu yere çökmesi kaçınılmaz hâle geliyor. Yanan hastanın ikinci sahnedeki kız gibi herhangi bir eylemde bulunma seçeneği de kalmamıştır. Ellerini havaya kaldırmak ve acısını dindirmek için çıkamayan sesini el hareketleriyle bir yardım çığlığına dönüştürmeye çabalamaktan başka… Tam da bu nedenle sahnedeki her hareket birimi, seyircinin yüzüne vurulan bir tokat tesiri bırakıyor. Üstüne üstlük yanan kişinin sırtının seyirciye dönük olması bahsi geçen tokadın şiddetini kat-be-kat arttırıyor.

Dördüncü sahne bir doktorun tek başına bir yolda yürüyüşünü resmediyor. Etrafında büyük bir yıkım, karşısında kendisini bekleyen iki tank var. İlk akla gelen soru kimin kimden korktuğu: Tanklar mı doktordan korkuyor yoksa doktor mu tanklardan? Öte yandan “son” duygusu çok kuvvetli. Yolun ıssızlığı tedirgin etse de yolun nereye varacağı, tarifsiz bir coşku barındırıyor. Sahneyi dramatik açıdan etkili kılan husus, yolun tanktan sonra hızla bir metafora dönüşerek kendisini çerçevenin dışında soyut bir sahaya fırlatması. Artık yol, tanklardan sonra başka bir manâ taşımaya başlıyor. Dolayısıyla “son” da bu anlam genişlemesinden payını alıyor. Yol ve son kelimeleri üzerinden derin bir tefekkür sahasına adım atıyoruz böylelikle. Belli ki doktor bazı duraklarda durmak zorunda kalsa da yolculuğuna sabırla devam edecek; “son”, son olmaktan çıkacak, kelimenin sonuna eklenecek -suz ekiyle içine düştüğü fiziki şartları altüst ederek geride kalıcı bir miras bırakacak.
Son Yerine
Şüphesiz Gazze’de seyrettiklerimiz nihai kertede bir film değil. Gelin görün ki seyirci olmak gibi makûs bir kaderin içinde debelenip duruyoruz. Büyük bir kalabalığın toplu yıkımına şahitlik ederken de, yıkımın şahidi bir çocuk karakterin iç dünyasına misafir olurken de, mutlak çaresizliğin acı yüklü resmini hazmetmeye çalışırken de, ölmenin bir var olma biçimi olarak umutla perçinlenmesini anlamaya çalışırken de…
Hiç şüphesiz seyrettiklerimiz, farkında olsak da olmasak da zamanla gitgide derinleşen izler bırakacak üzerimizde…
Murat Pay
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.