Sinemada ve edebiyatta bilim kurgu fazla ilgimi çekmese de bütünüyle kayıtsız kalamadığım bir alan. Muhayyilemizin sınırlarının zorlanması, âna odaklı yaşamımızda farklı bir pencere açabilir. Richard Schenkman 2007 yapımı Dünyalı (The Man From Earth) filminde, insanın dünya gezegeninde Yontma Taş Devri’nden başlayan uzun hikâyesini didiklemiş.
John Oldman 35 yaşında, varoluşla ilgilenen, çeşitli bilim dallarında birçok doktorası olan, olağanüstü yetenekli ve bilgili bir akademisyendir. Çalıştığı saygın üniversitede bölüm başkanlığına atanmanın arefesindeyken her şeyi terk edip uzaklara gitmek üzeredir. Veda etmek, mümkün olursa onu kararından vazgeçirmek üzere evine gelen üniversite hocası arkadaşlarına yaptığı açıklama herkesi şok eder. Gitmesinin sebebi, dostlarının da şahit olduğu gibi on yıl içinde fizikî görünümünde tek bir değişiklik olmaması, yüzlerce yıldır yaşadığı bu durumun, her seferinde etrafta düşmanlık ve kuşku yaratmasıdır. John bir mağara adamı olarak doğmuş, yaşı otuzbeşte sabitlenmiş, ilk çağlardan beri ölmemeyi, hayatta kalmayı başarmış ve on yılda bir çevresini değiştirerek 14 binli yaşlara ulaşmış. Filmde ölüm, ölümsüzlük ve ilerleme üzerine birçok mesele tartışılıyor ama hiç birisinde yeterli derinliğe ulaşılmamış. Hayatın bir anlamı olup olmadığı gibi can alıcı meselelere bir türlü sıra gelmiyor meselâ. “Neye inanıyorsun, nereden gelip nereye gidiyorsun, bunu çözebildin mi?” gibi sorular, geçmiş zamanların demode meseleleri olarak mahkûm edilip geçiştirilmiş. Dünyada keyif alınacak bu kadar çok şey varken, bilimde baş döndürücü mesafeler kat edilmişken modern insan, her şeyi geride bırakıp ölmeyi kendine yediremez. Gençlik ve ölümsüzlüğün hayatın biricik hedefi hâline gelmesi; sosyolog, hekim, antropolog ve arkeolog olan beş-altı üniversite hocası arasında geçen diyaloglarla masaya yatırılmış.
Yüzyıllardır hayatta olan John, gezegenin ve kendisinin başından geçenleri neredeyse bir saat içinde özetleyebiliyor. Konuşmalarından anlaşılıyor ki ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, yüzlerce yıl bile hızla geçip gitmekte, insan aynı hataları tekrarlamakta, gelişmeler insanın özünü değiştirmemektedir.
Yunus Emre mısralarının vücut bulması gibi: “Geldi geçti ömrüm benim/ Şol yel esip geçmiş gibi/ Hele bana şöyle gelir/ Şol göz açıp yitmiş gibi.”
Ölümsüzlerden de bahseder Yunus: “Yunus Emre bu dünyada/ İki kişi kalır derler/ Meğer Hızır İlyas ola/ Ab-ı hayat içmiş gibi.
Ölümsüzlük arzusu elbette öteden beri insanın zihnini meşgul ediyor. Zygmunt Bauman’a göre anma törenleri, ölümsüzlüğün provası gibidir. Bireysel süreksizliğe karşı bedensel ölümü toplumsal ölümden ayırır ve hatırlanarak yaşamayı bağımsız kılar. Filmde doktor Will’in “Akranların ölürken hep hayatta kalmak seni üzmedi mi?” sorusu yersiz değil aslında. Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar’da anlattığı gibi belki de hayatta kalmak kendini değil başkalarını hedef alır. Kendi ölümümüze tanık olmasak da başkalarının ölümüne tanık oluruz ve bu bizim “başarı”mıza anlam katar: Biz ölmemişiz, hâlâ yaşıyoruz demektir. Akranları ölen kişilerin içinden geçen sadece hayatta kalma sevinci midir gerçekten? Cemal Süreya’nın “her ölüm erken ölümdür” dizesi, içinde nice ironiyi barındırıyor. Kişi başkalarının ölümlü yazgısından kaçmak ister. Hülâsa kendisi ölürken başkaları sağ kalmasın diye hayatta kalmak ister Canetti’ye göre. Oysa Müslüman bir zihnin her ölümle ölüm rabıtasını yaşaması, kendi ölümünün yakınlığını idrak etmesi, kalan zaman üzerine akletmesi gerekir.
İnsanlar ölmese ve çoğalıp bu günlere gelseydik nasıl bir zulme yuvarlanmış olacaktık bunu tahayyül etmek çok zor ama ölümsüzlüğü yakalamış tek bir insana odaklanıp olacakları düşünmek mümkün. Mağara insanı anne babasından “cro-magnon” olarak dünyaya gelen John, 14 bin yıl içinde dünyanın gidişatı içinde yoğrularak kendisi hakkında delil toplayan modern bir akademisyene evrilmiş. Filmde yüzyıllar geçip giderken insan zekâsında hiçbir değişiklik olmaması, sadece boyunun uzaması makûl görülüyor. Evriminde boyun uzaması da, uzun otların arasında yırtıcı hayvanları daha iyi görebilmesi ve sıcak iklimlerde ısının vücuduna daha iyi yayılabilmesi için… Tarih boyunca gerçekleşen bütün değişimleri yaşayan genç adam, kavimler göçüyle yer değiştirmiş, Mezopotamya’da 4 bin yıl yaşamış, aşağılara indikçe gezegenin ısındığını farketmiş, Buzul Çağı’nın sonuna, kara parçalarının yükselen sularla kıtalardan ayrılışına tanık olmuş. Fransa sahillerinden bakınca Britanya ana karasını görmüş, sonra tesadüfen Kristof Kolomb’la Atlantik’te yelken açmış, Avrupa’ya dönüp Van Gogh’la yakın dost olup birlikte kırlarda gezinmiş. Buna göre Üst Paleolitik dönemden bir adam hâlâ yaşıyor aramızda. Mağara adamı olarak değil tabii; uzun yüzyıllar yaşarken değişmiş, dönüşmüş biri olarak… Her şeyi hatırlaması mümkün olmasa da büyük değişimler hatırında: 2 bin yıl Sümerli, Kral Hammurabi zamanında Babilli, sonraları Fenikeli olduğunu iyi hatırlıyor. Hayatta kalmasıyla alâkalı olarak öne sürebildiği doğal yaşayıp doğal beslenme tercihi, arkadaşları arasında kabul görmeyen John’un savaşlardan, kıtlık ve doğal afetlerden, bulaşıcı hastalıklardan nasıl kurtulduğu da muamma.
Biyoloji profesörüne göre insan 190 sene yaşayabilecek şekilde yapılanmış. Fakat yanlış bir yaşam tarzıyla kendimizi yavaş yavaş zehirlediğimizi iddia ediyor. Peki, modern öncesi zamanlarda her şey doğalken, şimdi ise fazlasıyla kirlenmişken ters bir orantıyla yaşam süresinin artması ne ile açıklanabilir? İnsan hücreleri yedi yılda bir bütünüyle yenilenirken bu nerede sekteye uğruyor da ölümcül olan neyse hayati olanın yerini o alabiliyor? Film bir yönüyle ölümsüzlüğün peşindeki insanın önünü açmaya matuf; “Belki de bağışıklık sistemindeki küçük olumlu bir değişiklik çürümeyi tamamen durdurabilir ve John’a olan da budur” düşüncesi.
John, “ölememesi” hakkında kafa yorarken yüzyıllarca lânetlenme ve kutsanma olasılıkları arasında gidip gelmiş; yer değiştirmenin hangisiyle alâkası var belli değil. Senaryoda bu yeterince irdelenmiyor; yer değiştirme, hayatta kalmanın bir parçası olarak gösterilmiş. Oysa göçmek, her seferinde kendinden bir parçayı bırakmaya ve azalmaya da sebep oluyor. Filmde ise sadece tazelenmenin, yeniden inşa edilmenin, ölümsüzlüğün zemini. Yemyeşil ormanlar, çiçek dolu dağlar, kanyonlar ve mümbit ovalardan sonra otoyollara, gökdelenlere, ‘fast food’ restoranlara erişmek ilerleme midir? Senaryoda bu konular da muâllakta. Yer değiştirme zorunluluğu yüzünden arkasında vefa gösteremediği birçok eş ve çocuk bırakmış; hepsi yoksunluk içinde ölmüşler ki ölmemenin bedellerinden en hafifi ve üzerinde durulmayanı da bu. Bir çağın hayali olan gelişmelerin bir sonrakilerin gerçeği olmasına tanık olmuş biri o; ama her birimiz belli bir ömür içinde bunu yaşıyoruz zaten.
Filmin en tuhaf bölümü de bütün inançları arkaik bulan konuşmalardan ve John’un da kendini inançsız biri olarak tanımlamasından sonra, bir dönem Hz. İsa’nın ta kendisi olduğunu itiraf etmesi. Batı sanatı gerçekten de Hz. İsa’nın trajedisiyle -kabul/ ret ya da ikircikli yaklaşımlar yoluyla- sürekli yakın temas içinde. Burada da agnostik bir tutumla inkârdan bilinemezciliğe doğru diyaloglar yazılırken bir yandan da insanlık tarihi olarak sadece Hristiyanlığın tarihine dayanmış filmin hikâyesi. Sonra moda bir akım ve Hristiyanlık’tan sonra varılacak menzil olarak Budizm güzellemesi de ihmâl edilmemiş. John, İsa iken daha önceki yüzyıllardan gelen acılara katlanma eğitimleri sebebiyle çarmıhta acı duymamış mesela.
Film, kafası karışık Batı’nın çelişkilerle dolu zihin dünyasının, bir noktadan sonra ilerlemeyen mantık silsilesinin dışa vurumu. Öte yandan sorularla ilerlemesi, soru sormanın önemini bir kez daha hatırlatıyor. Soru ve cevap üretmek için harekete geçen eleştirel aklın işlevini göstermesi bakımından, bizim sinemacılarımız için de ilham verici.
Dünya az, eksik, yetersiz ve dağınık parçalardan oluşuyor. Daha bütüncül ve tamamlayıcı bir yaşama erişmek mümkün mü? Belli bir ahlâkla donanmış, hak ve adalet duygusuna erişecek yetenekte yaratılmış insan çabalarının akim kalması ve hüsranla bitmesi kabul edilemez. İnsanın tamamlanmasını beklediği adalet ihtiyacının sınırlı dünyayı aşamadan sönümlenip gitmesi, insan ruhunun taşıyabileceği bir hâl değil. Bir yere varmayan, nihai güçle tahkim edilmeyen ahlâk, insanın içindeki sonsuzluk ve ölümsüzlük arzusuna karşılık vermiyor.
Dünyalı filminin senaryo ödülleri alması boşuna değil. Filmin görsel manâda fazla bir çekiciliği yok çünkü. İlginç bir şekilde yönetmenden çok, senarist Jerome Bixby’yi anıyoruz. Filmi radyo tiyatrosu olarak dinlemek bile mümkün. Pozitivist bilim adamları felsefi derinliği bulunan sorular soramasalar da ölümsüzlük arayışının hız kazandığı bir zamanda kurgulanan diyaloglar düşündürücü. Filmden sonra zihnime doğan şey şu ki kutsal kitaplar ve İslam geleneği, boşuna 33 yaşını “kemâl ve cennet yaşı” olarak öne çıkarmıyorlar. Dünyanın anlamını, varoluşun gizini çözmek için 33 yıl yeterli demek ki… Ömrün gerisi tekrardan ibaret. Yaşamın her ânına, aldığımız her nefese kıymetini veren ise dört bir yanımızdan bizi bağlayan ölüm. Ölümsüzlük ve hesap gününden yoksunluk mümkün olsaydı dünyevi adaletin son kırıntıları da ortadan kalkar, zulmün şahikası olurdu.
Yıldız Ramazanoğlu