Geçmişe ait güzel unsurların toplanarak bir araya getirilmesi, güzelin ve dahi daha güzelin meydana gelmesinde yeter sebep midir? Bu soruya cevap ararken amacım, bugün gelenekle kurduğumuz ilişki biçimlerimize hâkim olan, problem teşkil ettiğini düşündüğüm bir yaklaşımı tartışmaya açmak. Bu şekilde düşünmemize yol açan günümüz çağdaş camii mimarisi örnekleri üzerinden tartışmayı genişletmek niyetindeyim. Tartışmaya geçmeden önce 1947 doğumlu Fransız bir çağdaş sanatçının performansının bize nasıl açılımlar sağlayacağını göstermek istiyorum.
Orlan müstear isimli sanatçı, kendi bedenini sanat malzemesi yapar. Duchamp’dan etkilenmiştir ve bedenini -özellikle yüzünü- ready-made olarak kullanır, estetik operasyonlarla bir nevi heykel gibi işler. Bu operasyonlar esnasında ise genel anestezi yerine lokal anesteziyi tercih ederek kendi düzenlediği koreografi eşliğinde yapılanları kayıt altına aldırtır. Sanatı, bu kayıtlar ve bedeninde gerçekleşen değişimdir. Operasyon sonrası (yağ, kan pıhtısı, deri parçaları gibi) kalıntılarını da satarak paraya çevirir.
1990-95 tarihleri arasında gerçekleştirdiği “The Reincarnation of Saint Orlan” adını verdiği işi, uzun soluklu bir performanstır; bu çerçevede 20 operasyon geçirir. Operasyonların beşi için Rönesans ve sonrasına ait beş meşhur ressam ve heykeltraşın beş meşhur eserine konu edindikleri, ideal güzelliğin temsili olarak üzerinde ittifak edilen kadınlardan bir seçim yapar: Botticelli’den Venüs’ün çenesini, Leonardo da Vinci’den Mona Lisa’nın alnını, François Boucher’den Europa’nın dudaklarını, Jean-Leon Gerome’dan Psyche’nin burnunu ve Fontainebleu ekolünden Avcı Diana’nın gözlerini ödünç alır.
Bu kadınları seçişini ise öne çıkan birer özellikleri ile ilişkilendirir. Venüs’ü güzellik tanrıçası olması, Mona Lisa’yı androjen bir kimlik taşıması, Europa’yı maceracılığı, Psyche’yi kırılganlığı, Diana’yı ise tanrıları ve erkekleri alt edişi yüzünden seçmiştir. Sadece güzellikleri için değil, simgesellikleri sebebiyle de tercih edilmişlerdir.
Bu şekilde bir araya getirme çabasında peşinde olduğu, güzelliğe dair kalıpların üzerine gitmek, hem geçmişin hem de bugünün algılarını sorgulamaktır. Erkeğin kadına bakışını ve kendini bunun üzerinden tanımlayan ve konumlandıran kadının kendine bakışını, güzellik kavramını sorgulayarak eleştirir. Hem isminin hem de yüzünün kendisine ait olmayışı ile de kimlik/kimliksizlik meselesini gündeme taşır. Ama en önemlisi özne-nesne ilişkisi ile oynamasıdır. Nesnenin ve öznenin de ayrımsızlaştığı bir ‘ara alan’dan konuşur Orlan. Sanatın nesnesi de icra edicisi de kendisidir. Öyle ki özne ve nesne: ikisi de odur ve ikisi de o değildir.
Bizi burada asıl ilgilendiren, güzel parçalardan güzel bir bütünü yakalama hikâyesidir: hem Zeuxis miti (Mite göre, dünyanın en güzel kadınını oluşturmak isteyen Zeuxis, istediği güzellikte bir kadın bulamayınca ideal güzelliği oluşturmak için beş model üzerinden çalışarak heykelini gerçekleştirir), hem de modern zamanlara ait Frankestein hikâyesi (Doktor en iyi olduğunu düşündüğü beden parçalarını seçmiştir ama sonuç malûmdur), iki anlatı da Orlan’ı Batı külliyatına bağlar.
Güzel parçaları bir araya getirmek istemesi, bunu “daha güzel” vurgusunun altını çizmek için yapması ile bugünkü çağdaş sanat üretimlerimizde şahit olduğumuz bize hiç de uzak olmayan benzerlik dikkat çekicidir. Benzerliğin ötesinde neden sanatçının bu işi üzerinden bir dolayıma gittiğimiz hususu, ilerleyen kısımlarda daha açık hâle gelecektir. Özellikle çağdaş camii mimarisi örneklerini seçmemin sebebi ise aynı yaklaşımın çok bariz örneklerini sunmalarındandır.
Bizde geleneği baz alan çağdaş camii mimarisi üretimlerinde dikkati çeken birkaç yol tutuş vardır: Bazen geleneksel bir camii doğrudan kopyalansa da genel yaklaşım, Osmanlı ve Selçuklu dönemine ait farklı camiilerden farklı öğelerin stilize edilerek bir araya getirilmesi ve bugüne taşınması yoluyla yapılanın, bir “yenilik arayışı” olduğuna yönelik vurgudur. Ayrıca klasik eserlerin simgesellikleri de bugüne taşınır. Kubbenin ilahi olanla, ana mekânın yeryüzü ile ilişkisinin anlamı aynen korunur. Minareler ise göğe doğru hareketin, ilahi olana yönelmenin işaretidirler ve daha pek çoğu… Altta yatan asıl saik, “daha güzel” ve “en güzel”in bu şekilde yapılan aktarımlarla gerçekleşeceğine duyulan inançla ilişkilidir.
Tartışmaları kimlik üzerinden yürütenler, kimliğimizi yansıtmamız, öz ve hakiki kimliğin peşinden gitmemiz gerektiğini söylerler. Peki kimlik diye peşine düşülen nedir? Orlan da kimlik meselesini sanatının merkezine yerleştirmişti. Ama o, kişinin üzerine yapıştırdığı kimlikleri sorgulamaktaydı. Kimliği oluşturduğu düşünülen parçaların gelişigüzel biraraya getirilmesi, bütünde kimliği vermeye yetmez.
Patchwork tekniği, belki de en uygun düşen açıklama olacaktır yapılanlara. Orlan da bazı açıklamalarında sanatını patchwork’e benzetir. Nedir bu tekniğin merkezindeki düşünce: Uyumsuz olanları biraraya getirme becerisidir. Birbirinden kopuk, farklı büyüklükte ve dokuda bir sürü parça, itina ile yan yana getirilir ve bütünde güzellik yaratılır. Bunun bir tür Amerikan sanatı olması anlamlıdır. İşin özü, parçaları bir araya getirme becerisindedir. Yalnız, formun ötesine, içeriğe geçiş yapamazsınız; çünkü içeriksizdir. Ya da şöyle söylenmeli: İçeriği formunda ararsınız; yoksa tek kelime ile kimliksizdir.
Meselemiz parça-bütün, form-içerik meselesidir. Bizdeki uygulamaların farklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Form ve içerikle birlikte bunları bir arada tutan usulün ve sırrın da gelenekten aktarılması şarttır. Gelenek dediğimizde ve ardımıza baktığımızda tek tek her bir başlığın birbirinden bağımsız düşünülmediğini görürüz. Bu başlıkların birbirinden bağımsız ele alınmadığı ve güzelliğin de bundan neşet ettiği bir toplama işlemidir aslolan. “Güzel+Güzel+Güzel…= GÜZEL midir?” başlığına geri döner ve bizim bugün toplama işleminden ne anladığımıza gelirsek: Eşitliğin iki yanı, iki ayrı duruma -aslında iki ayrı sıkıntıya- işaret etmektedir; eşitliğin solu bir anlamda parçalı zihinlerimizin bir yansımasıdır. Bu parçalılık hem iş tutuşlarımızın bir aksi hem de bizim kendimizle, diğerleriyle, yaşadığımız mekânla ve Rabbimizle kurduğumuz/kuramadığımız ilişkilerin bir sonucudur. Asıl üzerine düşünülmesi gereken, parçaların bugüne transferi değil; onları bir arada tutacak, mezcedecek terkip ve tertip meselesidir: Yani işlemin “+” kısmıdır. Bu eklemeleri/terkibi ve tertibi biz dünyamızla sağlayamazsak sanatımızla nasıl sağlarız? Geleneğe bakışımız, dedelerimize ve ninelerimize ait bir sandık dolusu güzel eşyamız olduğunu düşünmenin ötesine geçmediğinden, terkip ve tertip meselesine gelemiyor, her gün sandıktan bir şeyler çıkarmaya uğraşıyor, sandığı olabildiğince saçıp savuruyoruz. Zihnin bu fragmanter yapısı, postmodern zihin kalıplarının bir hediyesi. Bu yapı içinden gelenekle kurulacak ilişki ancak bu kadar oluyor!
Yapılması gereken sandığın içindeki saklı hazinenin künhüne varmaktır; ki bu en zor kısımdır. Künhüne varılmadan yapılan işlerde, -ekleme ve yapıştırmalara meşruiyet kazandırmak için olsa gerek- bugünlerde çok sık kullanılan “Çaldımsa da mîrî malı çaldım” mısraını da iyi tahlil etmelidir. Yoksa o da zamanından çekip koparılarak içinin boşaltılması tehlikesine düşecektir. Mısranın tahlili boyumu aşar; lâkin dikkat çekmek istediğim, onun hemen bir üstündeki mısradır: “Esrârını Mesnevî’den aldım”. Şeyh Galib’in onu, bunu, şunu değil de, “esrârını aldım” demesindeki “sır”rın ne olduğu önemlidir. Yani bir yanda usûl bilgisi gerekirken diğer yanda sırrın anlamının ne olduğunu düşünmektir bize düşen. “Fehmetmeye sen de himmet eyle(diğin)” anda “Ol gevheri bul(up) da sirkat eyle(mek)” sıkıntı yaratmayacaktır.
Geçmiştekilerin yapıp etmeleri ile bir değer ortaya koydukları şüphesiz. Benim sorguladığım da, aslında bu değer yitimi. “Değer” denilen; bilginden, inandığından, tavrından, yapıp etmelerinden ve de estetiğinden ayrı değil ki… Belki bu ayrımların dünyasından konuştuğumuz için bir türlü toparlayamıyor ve dağınık kalmaya mahkûm oluyoruz. Orlan’ı tutarlı kılan, bu ayrımların içerisinden dünyaya bakmasının getirdiği bir tutarlılık. Biz ise bu ayrımların zihnimize ve ruhumuza nasıl etki ettiğinin farkında değiliz. İş tutuşlarımız da bundan nasibini alıyor. O yüzden ilginçtir ki gelenekle hemhâl olduğu zannıyla bina edilen kimi çağdaş camii mimarisinden örnekleri geleneksel mimarimizle değil de Orlan’la ilişkilendirmek bu kadar kolay oluyor.
İşlemimizde eşitliğin diğer yanında büyük harflerle yazılan “GÜZEL”in yarattığı sıkıntı ise, en güzelden kastın en büyük, daha büyük, en görkemli şeklinde anlaşılması. Estetik operasyonların gayesinin doğrudan yansımasıdır sanki; sonuçta daha güzel bir kadın olacağına inanmak, sonra bunun yetmemesi ve ardarda gelen diğer bıçak altına yatmalar… Günümüzün bize dayattığı her şeyin en güzeline, en büyüğüne, en görkemlisine, en iyisine (ki bu skala bir kalemden bir eşe kadar çeşitlilik gösterir) sahip olma iddiasının sanat üretimimizdeki karşılığı olarak okunabilecek bu durum nereden, hangi gelenekten bize ulaştı ki?
Sonuç olarak eşitliğin bir yanı dağınıktır ve o dağınıklığı toparlamak için usul/yordam öğrenmek lâzımdır. Diğer yanda teşhis ettiğimiz aşırılığın, kibrin önüne geçmek için ise yapılacak pek bir şey yoktur ya da çok zordur. Ama görülen şu ki bu manzara, eseri ortaya koyan nazarında yansımasını şu şekilde bulmaktadır: Bir yandan ecdadın mirasına sahip olmanın mağruriyetini taşırken, diğer yanda “en” olanı kendisine hedef koymanın getirdiği hırs ve çaresizlik duygusu ile kendini mağduriyet içinde hisseder. Çözümün kendinde bittiğini görmeden. Son olarak merhum Turgut Cansever hocadan bir söz ile bitirmek isterim. Sanatın da güzel bir şekilde bildirmek olduğunu düşünürsek şöyle der hoca: “Tebliğ; iyiyi, doğruyu ve güzeli insanların idrakine nezaketle sunup edep ile geri çekilmektir.”
Zeynep Gökgöz
*Bu metin, yazarın Sanatta Gelenek Gelenekte Sanat Sempozyumu’nda sunduğu bildiri metninin gözden geçirilmiş hâlidir.
Zeynep Gökgöz, “Sanat-Gelenek İlişkisine Dair Bir Problem: Güzel+Güzel+Güzel…= GÜZEL midir?”,Sanatta Gelenek Gelenekte Sanat Sempozyumu (12-13 Ekim 2016), FSMVÜ, İstanbul: Ümraniye Belediyesi Kültür Yayınları, 2019, s. 277-281.