Ne zamandır Herodot’a, sevgili Herodot’uma bir mektup yazmayı arzuluyorum. Arzumu bazıları zorunlu, bazıları da basit pek çok sebep yüzünden hep erteleyip durdum. Ayrıca bu mektubu yazarsam kimler aracılığıyla göndereceğime bir türlü karar veremedim. Herhangi bir Lidyalı ya da İskit ricamı hiç düşünmeden geri çevirecekti; Mısırlılar utanç, Atinalılar rehavet içindeydi, Persler’e bahsini bile açamazdım çünkü çok kızgındılar. İnsan eski uygarlıklardan bir tanıdığına mektup göndermek isteyince sadece kiminle göndereceğini değil, neler yazacağını da bilemiyor. Onun meraklarını dindirmek için aradan geçen yüzlerce yılı hülasa etmenin zorluğunu tahmin edebilirsiniz. Söz konusu mektup Herodot gibi birine gönderiliyorsa hele, bazı vakaları kuru kuruya sıralamak Üstat’ın mutlaka asabını bozar. Neymiş efendim, Hannibal Roma’ya karşı birkaç zafer elde etmiş, Bizans imparatoru surların önünde yiğitçe dövüşürken can vermiş, Türkler Macar ovasında düşmanın işini birkaç saatte bitirmişler; “beni bunlar için mi rahatsız ettiniz” der, söylenir durur. Hakkı da var; zamanının tuhaf âdetlerini ve çok özel hikâyeleri olayların kalbine yerleştiren bir adama vaka dökümü yapılamaz. Herodot için tarihin bir yüzü daima magazindir. Belki de tarih bir magazindir!
Belki de sevgili hemşerimiz Herodot’a bir mektup yazmak için –ölmezsem- bir yirmi yıl daha geçmesi gerekecek; gövdemin hevesleri azaldıktan, kazançlarımın ve kayıplarımın hesabını son sayfalara geçirdikten sonra gözlerim günlerin ve işlerin üzerine yorgunlukla kapanırken. En iyisi, şimdi olduğu gibi zaman zaman neşelenmek için Herodot Tarihi’nin yaprakları arasında seyahate çıkmak. Okumayanlar için söyleyeyim: Büyük kayıptasınız; Herodot yalnızca bir tarih değil; dedikodu, acayip hikâyeler, tatlı yalanlar, aldatmalar, kumpaslar, tuhaf gelenekler kitabıdır. Ömer Seyfettin bile Üstat’ın cazibesine dayanamamış, kahramanlarından birinin başucundaki rafa bir Herodot Tarihi yerleştirmiştir; hikâyesi de ondan mülhem. İlham fazla iyi niyetli bir sözcük, intihal var diyenler çıkarsa, onlara da hayır diyemem. Ama bunun hiçbir önemi yok; Herodot, bütün hikâyelerin neredeyse hiç değişmeden tekrar ettiğini, her kuşağın ilk kez yaşıyormuş gibi yaşadığı şeylerin çoktan bayatlamış olduğunu görebileceğimiz dev bir zaman ekranıdır. Yolu Tevrat’a düşenler Üstat’tan birkaç bin yıl önce Davud Oğlu Vaiz’in olup bitecekleri zaten mevsimlerin duvarına avazıyla nakşettiğini görürler: “Önce ne olduysa, yine olacak / Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak / Güneşin altında yeni bir şey yok /Var mı kimsenin, ‘Bak bu yeni!’ diyebileceği bir şey? / Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı / Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor/ Gelecek kuşaklar da gelenlerce anımsanmayacak.”
Belki bir gün Carlo M. Cippola’nın Neşeli Öyküleri’nden de bahsederim; karabiber düşkünü Aziz Piyer’den, Osmanlı’da enflasyona sebep olan İzmirli kadınlardan; onlar da hoş hikâyelerdir ama Herodot’la kıyaslamak mümkün değil. “Halikarnassoslu Herodotus’un kamuya sunduğu araştırmalar” Pers–Yunan savaşının “kız kaçırma” meselesi yüzünden çıktığını gösteriyor. Meselenin iç yüzünü aktaran “bilge tarihçimiz” kısa birkaç cümleyle durumu taraflar açısından değerlendirmeyi ihmal etmiyor: “O zamana kadar olan şey karşılıklı kız kaçırmalardan ibaretti. (…) Hem kadın kaçırmayı Persler de hoş görmezler ama bu çeşit çapkınlıkların öcünü sürdürmek onlara göre akıl işi değildir. Zira belli bir şey, bu kadınlar kendileri razı olmasalar zorla kaçırılamazlardı. Onlar, Asyalılar, kendilerinden kadın kaçırılmasını pek umursamamışlar ama Yunanlılar Spartalı bir kadın uğruna koca bir donanma toplamışlar, Asya’nın üstüne yürümüşler, Priamos’un ülkesini yerle bir etmişlerdi…” Üstat’ın “Doğu-Batı” meselesine bir de kız kaçırma dolayımından değinmiş olmasına şükran borçluyuz. Demek o zamanlarda Doğu, kaçan kadınlarının peşine düşmekte pek isteksiz davranıyormuş…
Yine de çok yüklenmeyelim Troyalılara ve Persler’e. Zira Herodot, Doğu’nun hâkimlerini anlatırken onların bazı hasletlerini saymayı ihmal etmez: “Perslerde bir kimsenin değeri önce savaştaki yiğitliği, sonra da çocuklarının sayısıyla tartılırdı. Beş yaşından yirmi yaşına kadar çocuklarına yalnızca üç şey öğretiyorlardı: Ata binmek, ok atmak, doğruyu söylemek. Beş yaşından önce çocuk babasına gösterilmez, kadınların arasında yaşar; böylelikle çocuk eğer küçük yaşta ölürse, bu yasın babada fena bir etki yapmasını önlemiş olurlardı. (…) Hiç görülmemiştir derler, birisi anasını ya da babasını öldürsün; tutalım böyle bir suç işlendi, eğer aslı iyi araştırılırsa derler, sonunda onun ya bir günah çocuğu ya da bir evlatlık olduğu ortaya çıkar; zira onlara göre asıl ana babanın kendi çocukları eliyle ölmeleri diye bir şey yoktur tabiatta.” Antropoloğumuz Pers adetlerini anlattıktan hemen sonra unutmadan kendisini teminat altına da alır: “Bu anlattıklarımı kesinlikle söylüyorum, zira açık ve kesin bilgiler aldım.” Ben de Üstat’ı tarihin değil de yalancıların babası ilan edenlerin önüne koyuyorum bu cümleleri. Bunlar daha ne ki! İleriki sayfalarda anlatacağı güzel, muzip, acayip hikâyelere sizleri de bekliyorum…
Ali Ayçil