Kent toplumuna geçiş dönemlerinden itibaren “şehir”, yapısal olarak birlikte yaşama hâlinden fazlasını ifade eder. Şehrin bir araştırma konusu olarak cazibesi buradan kaynaklanıyor olabilir.
Şehir genel olarak üç yapıdan oluşur. İlk olarak tüm bir tarih, politika, ekonomi, inanç birikiminin ortaya koyduğu bir şehir epistemesinden bahsedilebilir. İkincisi; mimarlık, planlama gibi inşai faaliyetler açısından bir şehir bahsi yapılabilir. Üçüncüsü ise tüm bu episteme ve inşanın ortaya çıkardığı bir şehir fenomenolojisidir. Genelgeçer bir ifade ile şehrin bu yapı/katmanlarından her birinden tek tek bahsedilebilir. Ancak söz konusu edilen bir şehir kozmolojisi ise şehri bunların safi toplamı olarak okumaya çabalamak oldukça naif bir tutum gibi görünüyor. Bu şekilde ifade edilmek istenen, şehri analitik olarak parçalara bölerek incelemenin onu anlamak için yetersiz bir çaba olduğudur. Çünkü şehir, onu meydana getiren öğelerin birbiri ile etkileşime girip evrildiği sürekli bir oluş hâlidir; herkesin ve herşeyin maruz kaldığı çevresel ve zamansal etkiyi müteakip, şehir de mutlak bir yapı olarak ifade edilemez. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken bir diğer nokta ise şehir araştırmalarında toptancı değerlendirmelerin aldatıcılığıdır.
Peki, o zaman bir şehir okuması nasıl yapılır? Burada elbette; Sibel Bozdoğan’ın bahsettiği türden bir historiyografya denemesi kastedilmekte değildir. [1] Bilakis mesele, şehrin kendi doğal oluş süreci içindeki güncel mekânsal problematikler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla modernleşme veya zamanın ruhu ile temsil edilen şey her neyse, meselenin köşe taşlarından birini oluşturmaktadır. Bu noktada son dönemlerde üzerinde sıklıkla durulan, modernleşme tarifinin modernleşmenin hangi kıyısından yapıldığını netleştirmek, bu temasın bağlamını da ortaya koyması açısından önemli görünüyor. Öyle ki modernleşmenin geçmişte olduğu gibi fabrika kentler ile tanımlandığı dönemler artık geride kaldı. Günümüzde modern şehir, ürünün değil, nüvelerinin üretildiği yer olarak tanımlanabilir. Bununla beraber, teknolojik gelişim ve iletişim imkânlarının artışı, modernleşme pazarının küresel dolaşımına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla modernleşmenin merkezinde ya da kenarında olsun, günümüz şehirlerinin, bir metropol olarak İstanbul da dahil, imar planlarından sonra karşı karşıya kaldığı en büyük kentsel problem, belki, sermayenin sınırsız büyümesine paralel olarak, şehirde modern enstrümanlar aracılığıyla gerçekleştirilen büyük ölçekli müdahalelerdir. Havaalanları, köprüler, otoyollar, kentsel dönüşüm projeleri, kentsel rehabilitasyon denemeleri, artık geçmişte olduğundan çok daha hızlı ve yaygın bir biçimde uygulama alanı buluyor. Şehir imajındaki bu hızlı değişim, hızın egemen olduğu bir dünyada enformatik bir öğe olarak gündeme girip aynı hızla gündemden düşüyor. Bu bağlamda şehir belleği ile ilişkinin zayıf olduğu bir şehir deneyiminde aidiyet düşüncesi nasıl tarif edilir? Bu muhtemelen yine küresel pazarın kavramları ile yapılabilir. Bu tanımı “tüketim”, “network”, “fırsat”, “mobilite” gibi kavramlar üzerinden yapmak mümkün görünüyor. Bu kavramlarla anlamlı bir cümle kurmak gerekirse, belirgin bir “network” içinde haberdar olmak, orada hareket edebilmek (mobilite) ve buradaki “fırsatları” değerlendirebilmek, bir başka deyişle kendine vadedileni “tüketmek”, şehre ait kılıyor insanı. Günümüzde şehirle temas bu “tüketim” deneyimi üzerinden kuruluyor. “Durmak yok, yola devam”, her ne kadar toplumcu bir söylem olarak ortaya çıkmış olsa da, hizmeti alan veya veren için de bitmek tükenmek bilmeyen bir şehirlilik deneyiminde soluksuz kalıncaya kadar koşmak demek bugün.
Bunu müteakip, şehirde gerçekleştirilen tüm planlama, düzenleme, imar, tasarım proje ve faaliyetlerinin, çoğunlukla tüketim hızını arttırmaya dönük çalışmalar olduğu söylenebilir. İstanbul’daki “mega projeler” olarak reklamı yapılan İstanbul Yeni Havalimanı, Kanal İstanbul, dünyanın en geniş köprüsü: Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray Projesi, 1915 Çanakkale Köprüsü, Avrasya Tüneli, dünyada deniz altından geçen ilk iki katlı karayolu tüneli ve Osmangazi Köprüsü, bu bağlamda ele alınabilir. Tamamı ulaşım odaklı olan bu projeler, 21. yüzyıl İstanbul mimarisine damgasını vuran birer mühendislik başarılarıdır; diğer taraftan hız odaklı yaşama deneyiminin şehirde vücut bulmuş biçimleri olarak şehirlinin de şehir ile temasını modern anlamda yeniden tariflendirirler.
Söz konusu yolların en kayda değer niteliği yaya kullanımına kapalılığıdır. Yolların her iki tarafında yer alan çeşitli bariyerler, yayaların bir bölgeden diğerine geçişini sınırlandırır. Esasen planlama ve bu şekilde sınırların belirginleştirilmesi, şehrin bütününde geçerli olan yeni sorunsallar üretir. Bunlardan bir tanesi; yüksek meta değerini haiz olan şehir merkezleri ve onların yakın çevresinin, doğal olarak planlama faaliyetlerinin ilgisine mazhar olmasıdır. Kentsel dönüşüm projeleri, bu bağlamda ele alınabilir. Bir diğeri ise bu doğrultuda sürdürülen planlama yaklaşımları aracılığıyla şehrin, şehirlinin iradesine büyük oranda kapatılmasıdır. Tasnif edilmiş etkinliklere mukabil, tasarlanmış/inşa edilmiş yapılar ile bir “kullanım kılavuzu” tanımlanan şehre, bunun dışında temas edebilmek zor görünüyor. Burada bedensel hareket için spor salonlarına, cam vitrinlerde yüzeye sabitlenmiş bir biçimde sergilenen kelebekleri görmek için hayvanat bahçelerine gidildiği, çiçeklerin çocuklarla temasının, saksılar ve dokunulması yasak olan park düzenlemeleriyle mümkün olduğu nizami bir dünyadan bahsedilmektedir. Problem, tam olarak bu noktada sızdırmaların ne şekilde gerçekleştiği üzerinde odaklanmaktadır.
Burada, planlama ile mimari açıdan tanımlı hâle getirilmiş olan mekâna, toplumsal ihtiyaç ve temayüller bağlamında yüklenen öteki anlam ve akabindeki yeni mekânsal üretimler, “sızdırma” kavramı bağlamında ele alınmaktadır. Sızdırma, şehirde genel olarak yoğunluğun fazla, mekânsal imkânların az olduğu noktalarda daha sık görülür.
Bu noktada en dikkate değer örneklerden biri Eyüp’te ortaya çıkar. Eyüp, tarihi Eyüp Sultan Camii, Eyüp Sultan Türbesi ve Eyüp Mezarlığı ile İstanbul’da inanç merkezlerinden biridir. Eyüp Meydanı, bu yoğunluğu toplayan ve dağıtan bir açık mekân tanımlar. Gündüz artan yoğunluğunu, bağlantıda olduğu Piyer Loti ve sahil şeridi gibi daha küçük merkezler ile sübvanse eder… Ancak bir inanç merkezi olarak burası, Ramazan dönemlerinde her zamankinden fazla bir yoğunlaşmaya ve etkinliğe sahne olur. Bunlar arasında en kayda değer olanı “refüjde iftar” etkinliğidir. Birçok aile, Eyüp mezarlık alanı sayılmazsa, bölgede yeşil alan olarak tanımlanmış yegâne yer olan yeşil refüjlerde iftar açmak üzere iftar vaktine yakın bir araya gelir. Yolları birbirinden ayırmak amacıyla inşa edilen refüj elemanının, böyle bir oturma, yeme-içme, sohbet vd. etkinlikler ile ilişkili kullanımı, şehre temas edebilirliği sağlaması açısından önemli bir yeniden üretimdir. Ancak bu üretim, diğer taraftan toplumsal doku ve şehir dokusundaki bir sızdırmaya da işaret eder. Bu noktada, genel olarak refüjde iftar etkinliğine ya da sızdırma eylemine zemin hazırlayan iki durumdan bahsedilebilir. Bunlardan bir tanesi; geleneksel algılama biçimlerindeki değişimdir. “Mahremiyet” ilişkileri bağlamında geleneksel olarak konut içi ile tanımlı yeme-içme, oturma gibi etkinliklerin sokağa/caddeye taşınımı, modern düşüncenin topluma nüfuz edebilirliği ile doğrudan ilişkilidir. [2] İkincisi ise şehir ve mimarlık geleneğindeki modernleşmenin şeklidir. Öznesi toplum değil, modernleşme fikri olan bir şehirleşme deneyimi ya da mekânsal pratik, potansiyel olarak bir yoruma veya yeniden üretime tabi olabilir.
İkinci bir örnek yine İstanbul’da Eyüp ilçesinin komşusu olan Kâğıthane’den verilebilir. Kâğıthane, yoğunluğu fazla, mimari açıdan sıkışık bir bölgedir. Diğer taraftan Kâğıthane deresi boyunca uzanan ve Osmanlı modernleşme deneyiminde adı sıklıkla anılan Sâdâbad hattı, günümüzde, bölgedeki açık alan ihtiyacının karşılanmasına yardımcı olur. Geçmişte mesire alanı olarak kullanılan Sâdâbad, günümüzde de rekreatif etkinliklere ayrılmış bir alandır. Havaların ısınmasını müteakip, kullanım yoğunluğu artar. Hafta sonu oturmaları, okul çıkışı çalışma ve piknikleri vd. etkinlikler için gerekli bir toplanma, toplumsallaşma mekânı tanımlar. Bu bağlamda Sâdâbad, günümüzde, geleneksel konutun mekânsal bir bileşeni olan ancak modern konutta çoğunlukla ihmal edilen, bir bahçe/avluda toplanma ve toplumsallaşma geleneğinin modern şehirdeki mekânsal karşılığıdır. En önemli fark, bu toplumsallaşma modelinin geçmiştekinin tersine kapalı/özel değil, açık/kamusal oluşudur.[3] Bu bağlamda “mahremiyet” kavramında olduğu gibi “toplanma”, “toplumsallaşma” biçimlerinde meydana gelen farklılaşmanın, “geleneksel” ve “modern” tanımlarına bağlı olarak mekân kullanımını da yeniden biçimlendirdiği ifade edilebilir. Dolayısıyla Osmanlı modernleşme sürecinde Sâdâbad’ın bir mesire alanı olarak temsil ettiği anlam, farklı zamansallıklar söz konusu olduğundan, günümüzdeki anlamı ile aynı değildir. Sâdâbad, günümüzde, sıkışık bir konut ve şehir yapısındaki açık mekân ihtiyacı ile doğru orantılı ortaya çıkan bir sızıntıyı görünür kılar.
Kartal kıyısında deniz sefası, üçüncü bir sızdırma örneğidir. Pendik, Kartal ve Maltepe sahil bandı, Kâğıthane’nin Sâdâbad’ında olduğu gibi boylu boyunca şehirlinin kullanımına açılan rekreatif bir şerittir. Dolgu alanı üzerinde kurulu olan bu şerit, denizden araç yoluna kadar sırasıyla dalgakıran kayalıklar, yürüyüş yolu, oyun parkları ve kafelerin de içinde olduğu geniş yeşil refüj düzenlemeleri ile İstanbul’un en uzun rekreatif sahilidir. Gerek konumu, gerekse kapladığı alan ve içeriği ile refüj, bir aktivite mekânıdır, ancak aktiviteyi tanımlayacak müdahaleler çoğunlukla bulunmaz. Bu, mekânın belli bir ölçüye kadar kullanıcının üretimine açık olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla Eyüp’te iftar açma eylemine sahne olan refüj ile burada, iki farklı mekânsal inşa deneyiminden bahsedilebilir. Biri, modern aktörler tarafından gerçekleştirilen planlama, ikincisi ise reel kullanımı sonucundaki yeniden üretimdir. Aradaki fark, sızdırma deneyimine işaret eder. Kartal’daki sızdırma ise, refüjdeki serbest aktivitenin refüj dışındaki dalgakıran kayalıklara doğru taşması ile gerçekleşir. Kayalıklar, planlama deneyimi içinde denizin tahripkâr etkisinin rekreatif alanlardan uzaklaştırılmasını sağlar. Çeşitli sebepler ile fiziksel açıdan temas edilmesi zaten önerilmeyen denizi karadan öteler ve ulaşılması güç bir mesafeye taşır veya taşımayı hedefler. Bu noktada, planlanandan farklı olarak, kayalıkların deniz ile temasın tesis edildiği yeni mekânsal üretimlere dönüşmüş olması ilginçtir. Kayalıklar, şehirlinin denize girmek, üzerine yerleştirilen platform aracılığıyla güneşlenmek, temaşa etmek, balık tutmak, yürümek, vb. birçok etkinlik ile kullanıldığı alanlara dönüşmüştür. Bu hâliyle kıyıların, trajik olarak, yasalarda belirlenen “kamu yararı” ve “serbest etkinlik” atıflarına en uygun mekânsal pratiğe, planlama gibi modern enstrümanlar aracılığıyla değil, “onlara rağmen” dönüşmüş olduğu ifade edilebilir. [4]
Sonuç olarak, şehrin kendisinin bir metaya dönüşmeye başlaması, aynı zamanda kullanıcılarının iradesine de büyük oranda kapatılmaya başlandığını ifade ediyor. Ancak Lefebvre’in ifade ettiği gibi şehirli, şehri kullanma hakkını haizdir. [5] Peki, şehir mekânını yeniden üretmek mümkün müdür? Elbette bunun çeşitli yolları olabilir. Burada, “sızdırma” kavramı çerçevesinde toplumsal sızdırmaların şehir mekânının yeniden üretildiği örnekler üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla tahakküm edici bir modernliğe karşı bir “öteki” modernliğin ortaya çıktığı, sızdırma ya da itirazın mekânsal karşılığı, şehre temas edilen noktadır: Refüj, bahçe, sahil vd… Herşey gibi mimarlık gündeminin de hızla değiştiği Türkiye’de, şehirdeki sızdırmaların izini sürmek ise şehir, mimari kimlik açısından olduğu kadar insanın ontolojik deneyimi açısından da kayda değer bir çalışma olarak görünüyor.
Evrim Düzenli
* Bu yazı, ilk defa Arredamento Mimarlık dergisinin Aralık 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
[1] Sibel Bozdoğan, Erken Cumhuriyet dönemi Türkiye’si ile ilgili çalışmasında, o dönemde modernist inşa faaliyetindeki artışı, Scott’ın tanımından yola çıkarak, kırılmalara neden olan iki özel koşuta bağlı olarak açıklamaktadır. Bunlar; “devlet iktidarının, yaşanılan savaşlar ve ekonomik sıkıntılar ile krize girmesi ve/veya bir devletin engellerle karşılaşmadan planlama ve proje yapma kapasitesinin büyük ölçüde arttığı koşullar, mesela iktidarın devrimle ele geçirilmesi ve sömürge yönetimleri”dir. Sibel Bozdoğan, Modernizm ve Ulusun İnşası, İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
[2] Uğur Tanyeli, “18. Yüzyıl Osmanlı Popüler Anlatılarında Tekinsiz Kent İstanbul” adlı yazısında, birçok yerde olduğu gibi İstanbul’da da cinsiyetçi belirlemelerin kadını daha çok konut içi yaşantıya ait kıldığından da bahsediyor. Uğur Tanyeli, “18. Yüzyıl Osmanlı Popüler Anlatılarında Tekinsiz Kent İstanbul”, Osmanlı Mekânının Peşinde: Sınıraşımı Metinleri (15.-19. Yüzyıllar), İstanbul: Akın Nalça Kitapları, 2015, s. 360-385. Ünal, Osmanlı dönemindeki İstanbul’da dışarıda yemek yemenin ailelere özgü bir davranış olmadığını, sokak mutfağının temel işlevinin ise yoksul insanları ucuza doyurmak olduğunu ifade etmektedir. İstanbul’da yeme-içme kültürü için bkz. Artun Ünsal, “Geçmişten Günümüze İstanbul’un Lokantaları”, Şehir ve Kültür: İstanbul, İstanbul: Profil Yayıncılık, 2012, s. 403-442.
[3] Özel ve kamusal mekân sorunsalı için bkz. Uğur Tanyeli, “Kamusal – Özel Mekân: Türkiye’de Bir Kavram Çiftinin İcadı”, Genişleyen Dünyada Sanat, Kent ve Siyaset, İstanbul: İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları, 2005, s. 199-200.
[4] 3621 numaralı Kıyı Kanunu’nun 1990 tarih 5. maddesine göre kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır, kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
[5] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014.