“Günce mi? Hatırat mı? Biyografi mi?” deseler, ilkin günce cevabını veririm. İnsanın günbegün kederini, sevincini, her ahvâlini bir kenara not edivermesini, bir şişenin içine iliştirilip denize atılan yardım çağrısına benzetirim. O gün çığlıklar içinde yazılmışsa da işitilmemiş yahut işittirilememiş. Ve ne zaman işitileceği de meçhul. Hatta hiç duyulmayacak belki de bu cihanda.
Ahmet Uluçay’ın güncesi de, kıyıya vurmuş çığlıklarla dolu bir şişe. Eline alanı yakıp kül ediyor. Öyle samimiyetle kaleme alınmış ki! İnsanı bir mahcubiyet sarıyor. Kulun Rabbi’yle söyleşisinin tam orta yerinde kalakalmışlık hissiyle… Bilmeden bir mahremiyeti çiğnemişlik ürpertisi içinde.
Bu yüzden Uluçay’ın güncesini okuma ve tashih işiyle uğraşmak, uzun ince bir yolda yürümek gibiydi. Onunla ilgili birçok şey işitmiştim, filmlerini seyretmiştim ve kendimce edindiğim fikirlerle çıktım yola. Ama yazdıklarını okurken bütün bunların bir önemi kalmadı. Öylesine çırılçıplak karşımdaydı ve ne gözüme ne kulağıma ne de fikrime hitap ediyordu. Sadece gönlüme dokunan sahnelerden ibaretti. Sanki yazmıyordu da, Dante’nin Vergilius’a eşlik etmesi gibi dolaştırıyordu ruhunun gizli ve karanlık odalarında, her seyircisini. Yazarken bile bir filmin içindeydi ve sinema içindi her harfi, her kelimesi.
“Hep bir günce yazmak istedim” [1]
Uluçay’ın aklında hep bir günlük yazma fikri vardır. Ama kendi ifadesiyle elinin altında ne bir kalem ne de defter bulabilecek kadar bir düzene kavuşamamıştır ki hayatı. Kendine ait bir masası bile yokken “kendine ait bir oda” öylesine lükstür onun için. Bilgisayarın evine girmesiyle ancak başlar kendisi için yazmaya, günlük tutmaya. “Günce yazmak, bir terapi gibi, sevilen bir dostun randevusuna gitmek gibi, yemek vakti sofra başında olmak gibi.” [2] dese de yazdıklarının bir şikâyetnameden ibaret olduğunu da dillendirir. Aynı zamanda günlüğünün Rabbi tarafından bir dua olarak kabul buyurulmasını niyaz eder.
Buna rağmen bazen en insan yanını kendine saklayıp susmayı yeğler. Belki de ölesiye yalnızlığı, kimseyle bir ortak paydası bulunmayışıdır onu günce yazmaya iten neden. “Köylü sinemacı” yakıştırmasında bulunulsa da ne köylüler nezdinde bir “köylü” sayılır ne de sinemacılar arasında yeterince “sinemacı”: İki cami arasında bînamaz misali. Güncesi de, sanatı ile hayatı arasındaki belli belirsiz sınırlar gibi, rüyaları/hülyaları ile gerçekleri arasında bir yerdedir sanki. Hep bir araf hâli.
Hastanedeyken tuttuğu günlüğü için defter-kaleme talim eder yine Uluçay. Yazıları görmeden, karalar gibi yazıverir, gözlüksüzlüğünden. Elyazılarını tek tek temize çekerken sanki yanıbaşında seyrediyor gibiydim yaşadıklarını. Çiziktirdiği çocuksu, karikatürümsü resimler ile onun için, sağlığı için yazılan güzel dilekler arasında dolaşırken de…
“Ben kendimin hainiyim” [3]
Uluçay’ın güncesinde ve daha birçok yerde hep bahsedip durduğu, hatta sanatında da hissedilen, hayata oradan baktığını vurguladığı çocukluk gerçekte hiç yaşamadığı, yaşayamadığı yahut ölesiye mutsuz, hep ayakaltında geçen çocukluğunun üstünü örterek, babasının sevgisizliğini gömerek, görmezden gelmeye çalışarak, onun gölgelerini defetme gayretiyle kendi/ne kurduğu, inşa ettiği yapmacık bir suretten ibaret. Hiç sahip olamadığı ve olamayacağı bir sığınak inşası. Her gün yıkılan ve yine her gün bıkmadan, usanmadan yeniden inşa edileduran.
Benim çocukluğumda masal anlatan babaanneler olmadı hiç
Ne kestane kavrulan kış geceleri
Ne yün yumakları ne pamuk kediler
Ben onların hepsini kendim uydurdum.
Yalanda üstüme yoktu bilirsin. [4]
Aslında bu sadece çocukluktan da öte bütün hayatına yayılmış gibidir. Günlüğünde en dikkat çeken husus, içinde büyütüp beslediği, yaşattığı hemen hemen hiçbir şeyin, dışındaki hayatla örtüşmemesidir. Dolayısıyla başka bir iklime mahkûmiyetin hüznü de yakasını hiç bırakmayacaktır.
“Acımı anlatacak kelime henüz Türkçede yok” [5]
Payına pis bir hayat düşmüştür, kendi ifadesiyle. Kaygı ve korku, sonra utanç… Hatta birara film yapmaktan bile utanır hâle gelecektir. Güncenin başından sonuna en yoğun ve hiç dinmek bilmeyen sızısı ise karısı Ayşe ve çocuklarına karşı duyduğu derin mahcubiyetidir. Ölüm düşüncesi de utanç kadar baskın bir yere sahiptir güncesinde. Karakterleriyle karşılaşmak için çıktığı sokakta, gece kendisini ziyaret eden karabasanlarda, Rabbi’ne yalvarıp biraz daha mühlet için el açmasında, köyde vefat edenlerin cenazesinde…
Çocuklarıma ve eşime olan hiçbir görevi yerine getirmeden bu dünyadan çekip gideceğim belki de. İçinde yaşadığım toplumda saygınlığım sıfır. Hep başım önde yaşayacağım belki de. Kendime olan kızgınlığım, öç duygum, gözümde şöyle bir resim halinde beliriyor. Kendimi bir elma gibi uzayın derinliğine atıyorum ve düşüyorum, düşüyorum … Yapayalnızım. Ne kadar yapayalnızım. İçimden oturup ağlamak geliyor. İçimde sinemanın gerçekleştirilmemiş başyapıtlarıyla yaşıyorum. [6]
Van Gogh’un çektiği çileler ile ıstırapların biraz olsun tecessüm ettiği kardeşi Theo’ya mektuplarındaki samimiyet ve acının izharıyla öyle benzer ki bu yakarışlar… Sürekli peşinde bir gölge gibi takip eden utanç ve içindeki coşkunluğu ölüm sektesiyle dışavuramama, aktaramama korkusu… Öylesine bir yoksulluk ve yoksunluk hâli…
“Her sabah yüreğimden bir yılan ısırışıyla uyanıyorum” [7]
Kısa ömrüne rağmen hayatına girip çıkan insanların haddi hesabı yok Uluçay’ın. Çevresindeki insanlara dair tahlilleri ve tasvirleri de sanki onlarla bir ânda hemhâl olmanızı sağlıyor. Gezip gördüğü yerleri anlatışı, farklı bir nazarla seyir imkânı yaşatıyor. Sürekli hayatını olur olmaz yerde ve şekilde sabote eden nöbetleri derinden acıtıp yoruyor okuyucusunu da. Rüyalarını bir hikâye, bir masal gibi dinletiyor. Hepsi ayrı birer filmin parçaları gibi. Gecenin bir yarısı bütün ev ahalisini ayağa dikip filminin senaryosunu en ince ayrıntılarıyla anlatma heyecanı, coşkunca tavırları, birden ağrı ve korku içinde kıvranan bir adamın hezeyanlarına dönüşüyor.
Birden yolunuzu kesiveriyor şiir kırıntıları… Okuduğu kitaplara ve izlediği filmlere dair yorumları, filmini çektiği sırada ve sonrasında kafasında dönüp duran düşünceler; Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi tanıştığı yahut tanışmadığı yönetmenler hakkındaki teşhisleri, kendini bir türlü ait hissedemediği sinema sektörünün sıkıntıları, bu alandaki insanlarla yaşadığı sorunlar, hayal kırıklıkları, memleketin ve dünyanın içinde bulunduğu buhrana yönelik tespitleri…
Hep gören bir gözün, hisseden bir kalbin ve her ân teyakkuzda bir acının rehberliğinde bir hayat hikâyesi Uluçay’ınki.
Ayşe Yılmaz
[1] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, İstanbul: Küre Yayınları, 2018, s. 9.
[2] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, s. 112.
[3] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, s. 17.
[4] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, s. 149.
[5] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, s. 217.
[6] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, s. 143.
[7] Ahmet Uluçay, Sinema için Bunca Acıya Değer mi?, s. 218.