Üç gündür ölü Lazarus’un, ruhuna yeniden üflenen canla, toprağa gömüldüğü kefeniyle insanlar arasında dolaşmaya başlamasını düşünmek ürpertir insanı. Peki bir insanın öldükten sonra Lazarus etkisi yaşadığına şahitlik etmek nasıl hissettirir? Acaba insanın kendini tanrı zannetmesine yol açabilir… mi?
Annesi yeni ölmüş ve onun ne ölümüne ne de hastalığına (Alzheimer) şahitlik etmiş bir üniversite fotokopicisi düşünün. Kopyalarla, kopyaların kopyalarıyla uğraşırken annesini bir bakımevinde yapayalnız bırakmış, babasını ise hiç tanımamış biri; ismi belli değil, öylesine biri işte.
Ünlü yazarlara ait metinler, ders notları, sanat ve sanatçılar arasında ama her şeyden, en mühimi de kendinden uzakta bir hayat. Her fotokopi çekişte sahte kimliğine daha da gömülen. Fakat hastanede annesinin öldüğü odaya girdiğinde kendisine ikinci bir hayat şansı sunulur yahut o öyle vehmeder.
Annesini içinde öldürüp yasına sahip çıkamamıştır bir türlü. Gerçi bugüne kadar neye sahip çıkabilmiştir ki? Ama bu hastane, hayatında ilk defa ona bir çıkış yolu sunar: bilinci kapalı hastalarla ilgilenme fırsatı. Annesinin odasının bitişiğindeki kapının önünden geçerken içerideki yaşlı amcanın yerde yattığını görüp yardım çağırır ve böylece değişir her şey. Artık yaşlı amcanın refakatçisidir. Ve herkes onu babası zannetmektedir. Hatta bir müddet sonra hastanedeki birçok derin uykudaki hastanın altını değiştirip bakımlarıyla ilgilenmeye de başlar. Yaptığı kahramanlıklarla büyürken yorulur da. Bir gece kendini kaybeder ve amcanın yatağını altüst eder, onu yaşatan borular da birden kopuverir.
Amca nefes almıyor ve nabzı atmıyordur. Ona rağmen birden doğrulur ve onca zamandır konuşmayan, hareket etmeyen adam yüzünde gülümsemeyle kolunu havaya kaldırır. Böylece tanrının öldüğü düşüncesindeki fotokopici, tanrının insanları terkettiği vehmine kapılır.
Artık kendisi tanrıcılık oynayarak onlara yardım edecektir. Ta ki küçük bir çocuğun iyileştiğini görene dek.
Her öğün yemeğiyle, hasta yakınlarından aldığı paralarla, kahramanlık hikâyeleriyle tam da yaşanacak yerdir oysa o hastane… Tanrının unuttuğunu sandığı o yerde, bunca zamandır sahte bir benlikle yaşayıp giden bir fotokopicinin kendisi için inşa ettiği sahte başka bir kimliğe bürünerek her şeyden ve herkesten, en çok da kendisinden gizlenerek geçirdiği, yılbaşı partileri düzenleyip eğlendiği, hatta yanıbaşında bilinçsizce yatan hastalara özenip kendinden geçtiği o günler ve o geceler…
Bir gün âşık bile olur. Ertesi gün kadının bilinci yerine geldiğinde artık gözlerine tebessümle bakmaz, tanımaz bile kendisini. Yine de suçlu kendisidir. Hayıflanmakta haksızdır. Kadının gözden kaybolup gittiği noktada yüzü solmuş ve saçları, kaşları dökülmüş bir çocuk kendisine doğru yaklaşır. Herkesin ölümünü beklediği yürüyen bir ceset. Birlikte çocuğun odasına çıkarlar. Onu da öldürüp huzura kavuşturmalı mıdır? Bir süre kendisiyle mücadelesi devam etse de birden çocuğun boğazına sarılır… ama sıkamaz bir türlü. Kendini dışarı attığında annesinin hayali belirir, “Yaşayacak o çocuk!” diye bağırıp caddeye doğru ilerler. Yakalayacağını düşünerek koşar ardından ama bir türlü yetişemez. Hayattayken aralarındaki kapanmaz mesafe daha da açılıverir. Uzun süredir ilk kez hastaneden bu kadar uzaklaştığı için korkuya kapılır: “Gücümü toplamak için buradayım anne. O çocuğu tanrının insafına bırakmamalı, acının içinden çekip çıkarmalıyım anne!” Ama hastaneye döndüğünde çocuğun iyileştiğini görür. Tanrı’nın terkettiğini düşünürken hep bir tanrıya inanma ihtiyacını da içinde taşır. Çocuğun iyileşmesiyle kendi şifa talebi de makes bulur.
İşte burada, kendime yeni bir yol veriyorum.
Tanrı’nın terkettiği, arafta bıraktığı insanların arasındayım. Son yolculuklarında yalnız bırakmıyorum onları. Fotokopi mezarlığının bekçisi değilim artık. Bir görevim var, bir kartım!
Burası benim yeni ana rahmim. Burası beni kutsadı anne, özgürlüğümü hatırlattı. Kabuğumun dışına çıkmamı sağladı. Zincirimi kırdım anne! Zincirimi kırdım.[1]
Fırat Devecioğlu’nun aslında kendi yaşadığı tecrübesinden hareketle sinema filmi için kaleme aldığı “Lazarus” önce tiyatroda sahnelenir. İyi ki de önce tiyatroda sahnelenir. Zira “Lazarus”, konusu dikkat çekici ve oyunculuğu tüyler ürpertici bir oyun. Anlatıcı, ölen annesine yaşadıklarını anlatırken her bir karakter ete kemiğe bürünüyor. Anlık duygu geçişlerinde seyirci oturduğu yere kilitleniyor. Ve oynayan tek kişi (Hasan Demirci) ama dev bir kadro sahnede karşınızda duruyor. Yaşlı amca, sürekli sallanan kadın, güzelliği karşısında dili tutulup âşık olduğu diğer kadın, lösemili kimsesiz çocuk, paralı refakatçiler, arada bir görünüp kaybolan yaşlı bilge kadın ve onun hakikati fısıldayan sesi… Hepsi yaşıyor… Ve bunların hepsi o küçük Think House sahnesinde olup bitiyor.
“Ancak aylarca hastanede yaşamak durumunda kalmıştım. Lazarus’un ilk notunu da, Ege Üniversitesi’nin 6. katında, nöroloji bölümünde aldım. Oyunda geçen olaylar, hikâyedeki karakterler gerçek. Ana karakter Lazarus ise, bu gerçek olayların üstünde var olan, içinde cinayetin, merhametin, sevginin, korkunun olduğu soluksuz bir yolculuğa çıkan kurgu bir karakter.”
Yazarın annesine refakat ettiği sırada ilk nüvelerini verdiği “Lazarus” metni yakın bir zamanda Lazarus: Tanrı Oyuncağı adıyla okuyucuyla da buluştu. Dijital bir platformdaki dizisi için hazırlıklar da devam ediyordu. Bakalım tiyatro oyunundaki tesiri yansıtılabilecek mi?
Küçük bir eleştiri: Oyuncu oyunuyla seyirciyi hislerine ortak ettiği kadar onlarla göz teması kurarak oyuna daha çok katabilirdi. Ayrıca dekor sade, ince dokunuşlarla güzelleşmişse de yapay çiçek biraz göz yorucuydu.
Ayşe Yılmaz
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.
[1] Fırat Devecioğlu, Lazarus: Tanrı Oyuncağı, İstanbul: Destek Yayınları, 2024, s. 28.