Yazarların şehirle kurdukları ilişki pek çok açıdan eserlerini şekillendirir. Çizdikleri insan ve toplum tasvirlerinde yaşadıkları şehirlerin ve şehre yaklaşımlarının izleri görülür. Hayata bakış açıları, dünya görüşleri, olayları kavrayış biçimleri üzerinde hep şehrin gölgesi vardır. Elbette burada karşılıklı bir etkileşim, bir alışveriş de söz konusudur: Şehirle kurdukları ilişki üzerinde de insana ve topluma yaklaşımlarının, hayat tasavvurlarının, yaşam biçimlerinin etkisi hissedilir. Bu bakımdan şehir, edebi eserlerde sadece fiziksel bir mekânı değil, bir duygular evrenini ve bir kültür formunu da imler. Hatta pek çok eserde şehrin adeta gölge bir karakter gibi olay örgüsünü şekillendiren, esere rengini veren bir unsur olduğu görülür.
Eserleri, şehir ve mekânla bu denli karakterize olan bir yazardır Safiye Erol. Hikâye ve romanlarında şehri tüm mevcudiyetiyle okuyucunun karşısına koyar ve önemli bir seyir zevki tattırır. İstanbul’da yaşayan, İstanbul’u yazan pek çok yazar gibi onunki de kendine özgü bir İstanbul portresidir. Ne Tanpınar gibi Boğaziçi nostaljisine sığınır ne çok sevdiği dostu Sâmiha Ayverdi gibi klasik İstanbul’un yasını tutar. Onun için şehrin kalbi, yenilikle özdeşleşen mekânlarda atmaktadır. Hayat tasavvuru, yeniyle eski arasındaki sirkülasyonu toplumun sürekliliğini gerektirir. Mekân ve şehir tasavvuru da bu bakış açısını yansıtır. Bu sebeple yeni ile eski arasında kıyamete kadar sürecek olan mücadelede eskiyle vedalaşmakta zorlanmaz. Eskinin canlı kısımlarının yeninin içinde varlığını sürdürdüğünden emindir. Yüzünü yeni mekânlara dönerek aslında hem eskiyi hem de yeniyi görmek ve okuyucuya göstermek ister.
İlk romanı Kadıköyü’nün Romanı’nda yedi “asri” gencin dışarıdan bakıldığında “müptezel bir roman mevzûu”[1] gibi görünen hikâyelerine odaklanırken erken Cumhuriyet döneminin bu gözde sayfiye mekânında olanca canlılığıyla sürüp giden gündelik hayatı inceler. “İstanbul” denince akla gelen sınırların hâlâ Suriçi, Eyüp-Haliç civarı ve Boğaziçi ile sınırlı olduğu bir devirde, şehrin çeperi sayılan ancak kozmopolit ve kalburüstü demografisiyle dikkat çeken bölgenin nabzını tutar. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı saray elitleri, yüksek statü grupları, Levantenler ve yabancı diplomatlar gibi kesimlerin bölgeye yerleşmesiyle şehrin yakınında önemli bir sayfiye mekânı hâline gelen Kadıköy, Kadıköyü’nün Romanı’nın yazıldığı 1930’lu yıllarda erken Cumhuriyet devri elitlerinin rağbet ettiği bir yazlık bölge olarak önemini korur. Bölgeyi kalıcı ikâmet olarak kullananların sayısı günden güne artsa da henüz sayfiye muhiti olma özelliğini yitirmemiştir. Osmanlı döneminden kalan köşklerin büyük bir kısmı hâlâ ayakta, geniş araziler içinde yayılmaktadır. Asıl hareketlilik ise bazıları yine geç Osmanlı döneminden kalma deniz hamamlarının yerine inşa edilen plajlardadır. Cumhuriyet devrimleriyle birlikte gelen yeni hayat tarzının toplumsal elitler aracılığıyla yaygınlaşan pek çok unsuru buralarda canlı bir şekilde gözlemlenir. Kadınlar ve erkekler birlikte denize girerler, plajlarda güzellik müsabakaları düzenlenir, sporcular yüzme tekniklerini sergilerler, kürek yarışları yapılır… Tenis kortları ve gazinolar ise sadece eğlence amaçlı mekânlar değil, önemli sosyalleşme alanlarıdır.[2]
Erol’un derdi, bütün bu hareketliliğin içinde, hayata dair bir derinlik arayışı yakalamaktır. Görünüşte eğlence peşinde koşan bu yedi gencin derinlerinde sakladıkları sırları açığa çıkarırken adeta günden güne asri hayata uyum sağlayan toplumun içten içe kopamadığı geçmişiyle bağlarını gözler önüne serer. Kadıköy, bir yandan Arap hizmetlisi Cafer Ağa ile yaşayan Mihriban Hanım’ın Osmanlı döneminden kalma tüm köşk âdetlerini yaşattığı, diğer yandan Bedriye’nin aynı köşkte üç köpeğiyle kendi düzenini kurabildiği bir muhittir. Eski ve yeninin bu biraradalığı her zaman uyumlu bir birliktelik anlamına gelmez şüphesiz. Roman karakterlerinden Mükerrem’in, II. Abdülhamit dönemi nazırlarından Habip Paşa’dan kalan Koşuyolu’ndaki köşkünde düzenlenen bir kına gecesi üzerinden bu karmaşa romanda şöyle tasvir edilir:
“Mükerrem’in ablası bu düğünü bir gardenparti tarzında tertip etmişse de bütün planları altüst olmuştu. Çünkü büyük hanımefendi, ince saz diye direnmiş, Mükerrem cazbantta ısrar etmiş, çocuklar Karagöz, yeni damat da hokkabaz dilemişti. Nihayet kimse kırılmasın diye cümlenin arzusuna hizmet edildi, düğün çorba oldu.”[3]
Nitekim romana konu olan yedi gencin şaşaalı günleri de çok uzun sürmez, yaz sonunda grup yavaş yavaş dağılır. Her biri kendi yolunu bulur, farklı kariyer rotalarını takip eder; ancak içlerindeki derinlik ve hakikat arayışı son bulmayacaktır. Bir başka roman karakteri Baha da şöyle der: “(…) dünyanın hangi devrinde, hangi diyarında yaşlılar, gençleri beğenmiş ki bugün beğensin.”[4] Asıl mesele şudur: “İnsanda gizli ve sırf o insana mahsus bir cevher vardır. Hayatın hakiki manâsı, işte o cevheri derinliklerinde bulup işlemektir.”[5] Bu yüzden dönemin en modern, en yenilikçi semtlerinden birinde hiç beklenmedik bir şekilde “insanın hakiki sesi”[6] yükselebilir. Buna şaşırmamak, aksine bunu ümit etmek gerekir:
“Bu acıların, inkisarların, hicranların maverasında bir ferahlık, bir hürriyet, bir saadet hazır duruyordu. Bu kara kışın son demleri geçtikten sonra mavi bir gök, çiçeklere boğulmuş yaylalar, güneş gelecekti. Güneş, güneş, güzel İstanbul’un hem altına, hem gümüşe benzeyen ilk yaz güneşi, kara çamurların kamçılı poyrazlar altında çatlayarak kuruduğu ümitsiz yaylalarda milyonlarca papatyalar, gelincikler üretecekti.”[7]
Romanın en modern karakterlerinden birinin, geçmişte kendine verilen bir nasihatten yola çıkarak ve en sıkıştığı anda geçmişe sığınarak geleceğe yelken açması bu ümitvar tespitlerin dayanağını oluşturur. Dolayısıyla ne geçmiş tamamen geçmiştir ne de bugün tamamen nevzuhurdur. Bu yüzden Erol, şehri artık geri gelmesi mümkün olmayan güzelliklerin mezarlığı olarak görmek yerine, gelecek güzel günlere kucak açma potansiyeli olan bir imkân havuzu olarak değerlendirir. Bu potansiyeli keşfetmek için geçmişten örnek almaya elbette karşı değildir. Aksine, roman kahramanlarının derinlik arayışlarının bir aşamasında geçmiş, hep olacaktır. Lâkin bugünün şehrini olduğu gibi görme, dosdoğru okuma ve geleceğe buradan bir kapı aralama hedefinden şaşmamalıdır. Tıpkı Safiye Erol’un metinde, Romen Rolan’a referansla hatırlattığı gibi: “Dünyada tek bir kahramanlık vardır. O da hayatı olduğu gibi görmek ve buna rağmen sevmektir.”[8]
Havva Yılmaz
[1] Safiye Erol, Kadıköyü’nün Romanı, (5. baskı), İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 2010, s. 106.
[2] Yazarın tüm romanlarında Kadıköy’ü ele alış biçimini değerlendiren makalem için bkz. “Safiye Erol’un Kadıköy’ü: Melez Bir Terkip”, Türkiyat Mecmuası 31, 1 (2021), s. 463-480, DOI: 10.26650/iuturkiyat.771577.
[3] Kadıköyü’nün Romanı, 37. Buradaki eleştiri daha çok dönemin toplumsal karmaşasına işaret eder. Savaşlardan ve inkılâplardan yorulmuş bir toplumun neye inanacağını, yüzünü nereye döneceğini şaşırmasını hicveder. Bilim ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen “Türkiye’yi Okuma Biçimleri: Teoriler, Yaklaşımlar, Eğilimler” başlıklı program kapsamında, 8 Eylül 2023 tarihinde gerçekleştirdiğim “Safiye Erol’un Türkiye’si: Différance’iyel Bir Modernleşme Ütopyası” başlıklı seminerde bu konuyu detaylı bir şekilde ele almaya çalışmıştım. Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=tQBqO8k_m2s
[4] Kadıköyü’nün Romanı, s. 66.
[5] Kadıköyü’nün Romanı, s. 205.
[6] Kadıköyü’nün Romanı, s. 188.
[7] Kadıköyü’nün Romanı, s. 208-209.
[8] Kadıköyü’nün Romanı, s. 213.
Kapak fotoğrafı: Havva Yılmaz
İşbu web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa tabidir. Sitenin içeriğine ilişkin her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi-belge, her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları Zift Sanat’a aittir.